31 Aralık 2009 Perşembe

yıl biterken....


türküz ya, arada derede kalmışız ya dünya coğrafyasında, insan karambole düşüyor, yılbaşını kutlasak mı kutlamasak da mı kutlasak, yoksa kutlasak da mı kutlamasak diye.. bir yandan sana yıllarca dayatılmış gelenekler, bir yandan bunlar ne kadar dayatılsa da gerçek ulan duygusu, bir yandan senin devinimlerin, gördüklerin, 90lı yıllar itibariyle ülkenin değişiminde bire bir kobay olman bir genç olarak, tüm bunlar karmakarışık duygulara sebep oluyor.

yılbaşını mı kutluyoruz, biten yıla nah mı çekiyoruz, yine hayattayım yine sevdiklerim yanımda naziresi mi yapıyoruz delikli dünyaya , tam bir muğlak hepsi...

insanlar son iki gündür yılbaşı telaşesinde.. süpermarketler tıklım tıklım, trafik arapsaçı, bir heyecan falan.. bir yandan da , durup düşündüğünde, ulan çok da matah bi şey mi bu içsesi...

yine de olumlu buluyorum tüm bunları. her ne kadar 40 yaşını aşmış, takım elbiseli, bayların, tuvaletli hanımların bu gece sınırsız içki hasebiyle kussalar da, kendilerini rezil etseler de.. dağıtalım amınakoyim , mottosuyla ertesi gün pişmanlığı yaşasalar da.. bırakın insanlar , en azından çoğu insan bir gece de olsa dağıtsın diyorum...

çünkü , bu insanlara, yıllar yılı türkiye'nin içine kapanık bir ülke olduğu, fakir olduğu, müslüman olduğu, kendi kendine yeteceği, ama dünyaya bedel olacağı fikri aşılandı. hep mütevazi olmak zorunda bırakıldı bu insanlar. parası olan da mütevaziydi, olmayan da.. dış dünyadan haberdar olmanın, onların aldığı zevklerin almanın görgüsüzlük olacağı anlatıldı. bu sebepten de ülkede bir aristokrasi sınıfı gerçek manada oluşamadı. cemiyete mensup kişiler de çok irrite edici kaldı. orta sınıf da onlara özeneyim derken görgüsüz oldu.

bu ülke insanları bu yüzden biten yıla nah çekemiyor. artlarında bıraktıkları yılda, yaşadıkları dertleri, acı kayıpları, sevinçleri, belirsizlikleri ve daha bir çok insana özgü durumu, yılbaşına sığdırıyor. çünkü içki içmenin en legal hali yılbaşı oldu türkiye'de. dağıtmak bu güne has oldu. toplum bugüne toleranslı çünkü. o sebepten bir deşarj olma hadisesi görüyoruz herkeste. manyakça ve aşırı dozda ve kendini bilmeyerek. tüm bunlar yıl içinde bir etkinliğe katılmayı asla aklından geçirmeyen, bunu lüks sayan insanların oluşmasıyla oldu.

neyse; yıl bitti...artık 2010..

benim gibi bir nihilist için rakamların pek önemi yok açıkcası. sıkıcı bir şekilde bunu ispat etme yöntemine de giderim. ama hem ben sıkılırım hem de siz. üstelik yoruluruz da...

2009 benim için sıradan bir yıldı. öyle acayip hikayelerim olmadı açıkcası. 2006 kadar muhteşem 2007 kadar berbat yıl değildi. normal düz bir yıldı.

bu yıla dair keşfettiklerim; jerzy kosinski'yi keşfettim mesela. müthiş bir yazar. arıza ötesi bir adam. çok keskin yaşanmış, çoğunlukla yıpranmış ve intiharla bitmiş bir hayat. okuyun bu herifi. okuduysanız da bir daha okuyun.

tom waits'i keşfettim mesela. daha önce bir iki şarkısını biliyordum. ama bu sefer neredeyse bütün bir yılı onun şarkılarını dinleyerek geçirdim. yaşla alakalı tamamen. 18'nde dinlesem. kim lan bu hıyar derdim. şimdi ise neredeyse tapıyorum herife. dinleyin bu herifi. yalnızlığın, boşa geçmiş hayatların, masum aşkların, mükemmel dünya tasvirlerinin adamı.

breaking bad, mad men gibi dizileri yine bu yılda kaşfettim. izleyin bunları seveceksiniz.

hümanizm güzel şey. o geçti mesela şimdi aklımdan. onu keşfetmeye çalışın. insana insan olduğu için hakettiği hakları vermeyen herkesten nefret edin.

charles bukowski okuyun, john fante okuyun ve topluma rağmen sürekli intihar düşüncesiyle yaşayarak nasıl hayatta kalınacağını keşfedin.

ayn rand okuyun. yaşamın kaynağı, atlas silkindi, yaşamak istiyorum, hepsini keşfedin. kendinizi keşfedin.

en önemlisi ben bu sene; kendimden başka hiçbir yolumun olmadığını öğrendim. siz de deneyin.

hayatın hep lehinize olması dileğiyle... iyi seneler.

30 Aralık 2009 Çarşamba

durarak....


kaldırımlarında çiçekler yetişen yollardan geçiyorum

çamurun içinde açan çiçekler, yarı baygın yarı uyanık gibiler

umutlarım boyunca ilerliyorum yolda

yolun sonu gelmiyor bir türlü

gidiyorum, bazen tükürerek bazen zıplayarak

bir yere gelemiyorum

güneş var

ama her taraf simsiyah

her şeyin kendisi var

zıttı var

ne olduğuma bir türlü karar veremiyorum

bir kadın yaklaşıyor

sessizce fısıldıyor bir şeyler

anlamıyorum

bir adam sokuluyor bağırıyor

duymuyorum

günlerden perşembe olduğunu biliyorum bir tek

ne evime gidebiliyorum

ne sokakta kalabiliyorum

ne yalnız kalabiliyorum

ne kalabalıklara dayanabiliyorum

en sonunda

hep durduğumun farkına varıyorum

ne yol var

ne güneş

ne kadınlar

ne çiçekler...

28 Aralık 2009 Pazartesi

kendimizde açtığımız yaralar


benim için birini terk etmeseydiniz ya da
biri sizi terk etmeseydi hiçbirinizi tanıma
fırsatı bulamayacağımı anlıyorum şimdi–
o berbat gecelerle birlikte anımsanan
iyi gecelere içiyorum; işler yolunda gittiğinde
herkes kadar mutlu olabildik
ve bana sunabileceğinizin en iyisini
sunduğunuz için hepinize müteşekkirim;
yüreğimde yaşamaya devam edeceksiniz ve
bir yerlerde bir cennet varsa şayet
bir gün hepiniz
orada olacaksınız
büyük beyaz köpekbalığı
esarette
şaşkın gözlerle, şaşkın aptal gözlerle
sonsuza dek dönüp dururken.

******

ve unutmaya çalışmak, ucuz barlara gitmek,
arayış içinde, nadiren bir şey bularak, bulunca da
aslında hoşlanmadığım bir rolü oynamak, kabul
edilmesi gerekeni zarafetle kabul etmektense
ucuz bir intikam peşinde koşmak.

ezel: bir lümpen türk genci hayali


yahu arkadaş bir kişi de, facebook'ta , sözlüklerde, hatta twitter'da ezel repliklerini yazmasın her pazartesi ve ondan sonraki gün. etrafta o kadar çok barzo görüyorum ki, '' kardiş bıdı bıdı bıdı'' , '' o öyle değeel yeğeen'' türevindeki laflar ile sanal alemde kendini ezel dizisi üzerinden ifade etmeye çalışan. ve oscar wilde ne adammış diye böbürlenen. ondan bile rahatsız olmaya başladım artık.

bu zamanında deli yürek'de de böyleydi, sonra kurtlar vadisi'nde de. allahtan militarizmi öven bu dandik diziler zaman aşımına uğradı derken, şimdi de kadınların da topa girdiği, bir nevi onların kurtlar vadisi olan ezel furyası başladı. ki aynı çocuklar bunlar. onların kardeşleri. ağabeyleri. tabaka aynı her daim.

özentilik bizim bu toplumda, sığ adamlar yüzünden hep amerika'ya bağlanmıştır nedense. onlara özenemezsin. lakin türk yapımı biraz yalandan entel soslar bandırılmış, türklere uyarlanmış şeylere özenebilirsin. yüceltebilirsin. algı nedense hep böyledir.

house'daki gregory olamazsın fakat ezel'deki ezel olabilirsin. neden? çünkü türk ibaresi var. bu topraklarda ibaresi var. türkçe ibaresi var.

dexter'ın hayatı sana uzak gelirken, akbille gidip geldiğin günlük hayatına ezel'i sıkıştırabilirsin. polat gibi racon kesebilirsin. neden?

çünkü bir sınıfın yok.

üç- beş sınıf arasında gidip geliyorsun. hindistan gibi bir ruhun var.

ne içinde bulunduğun durumu, kendini kabul edebiliyorsun, ne de hayallerinin olamayacağına kendini inandırmak istiyorsun.

arada derede kalmış bir lümpendir işte türk gençliği.

görüntüsü, üstü başı, giydiği ayakkabılar , sürdüğü kokular sizi yanıltmasın sakın

27 Aralık 2009 Pazar

karanlıklarda ıslanmak


ininden dışarı çıkmak demektir sabahlar.
ürkütücüdür o yüzden.
hele ki alışmışsa
feci bir şekilde karanlıkta ıslanmaya insan...

hayatta hep kötünün iyisiyle yetinmek


zor bir mevzu oldu bu. realitesiyle zorluğunu bertaraf eden bir tarafı da yok değil lakin gerçeğin en eli kanlı hallerinden biridir bu üstelik.

insanın elindedir çoğu zaman kendi hayatı. öyle denir. öyle gibi sanki.ne kadar tembel ne kadar çalışkan, ne kadar azimli ve ne kadar boşvermiş olması yapmak istediklerini yahut hayallerinin gerçekleşmesini mümkün kılar insanın. bazen de kılmaz. ne yaparsan yap olmaz. belki istediklerin yanlıştır belki hayallerin imkansız. vardır işte bir bok bir sap bir çöp.

hayat duygularla yaşanmıyor demişti bir arkadaşım zamanında. duyguların her an değişebilen şeyler olduğunu ve hayati planlamalarının buna göre yapılamayacağını ama yine en fazla keyif ve acı veren şeylerin de duygular olduğunu söylemişti. haklıydı. duygular idealarının ötesine geçmemeli hiçbir zaman. ne zaman bir yanlışımı farketsem hep duygularımın otokontrolünü yitirdiğimi görüyorum zaten.

kötünün iyisi olayı da bunla ilitintili işte. hayalinizdekilerde elde ettikleriniz arasındaki farkın hep kötünün iyisini vermesi. ibnece bir denklem. götoğlu göt bir sistematik. ya istenilenler mantıksızca diyorum ben bunun sonunda ya da hayat böyle diyorum. hayat arzularının doruk noktasını vermiyor ademoğluna.

öss'de tıp fakültesi isteyene puanından dolayı mühendisliği göstermesi, sarışın yerine esmer, akıllı yerine aptal, uzun yerine kısa sevgililer sunması gibi. babanın al şu 20 kağıdı idare et demesi gibi. hep idare et diyor bu tanrı işi mi doğa işi mi, sahte mi gerçek mi anlayamadığımız hayat.

bu sebepten de hiçbir zaman bilemiyor insan en iyi seçeneğini. diktatör gibi çökmüşken hayat denilen şey üstüne üstüne...

fon: all the world is green : tom waits

25 Aralık 2009 Cuma

the sopranos


şimdilerde mad men adlı harika dizinin yapımcıları tarafından icra edilmiş, 2000'li yılların fırtınası. tam 6 sezon sürmüştü ve almadıkları emmy ödülü kalmamıştı, zamanında cine5 ve tv8'de sansürlü de olsa yayınlamıştı bu mükemmel mafya dizisini...

tony soprano'dan sonra benim en sevdiğim karakter ise kesinlikle paul gualtieri... müthiş esprileri var...

romeo is bleeding


miskin, sigara ve puro kokan salonuma girdim..bilgisayara bir sürü tom waits şarkısı atıp , sesini de açarak yatttım..sonra bu şarkıyla uyandım.. yine yattım... yine bu şarkı çalarken uyandım.. mükemmelite..

http://listen.grooveshark.com/#/search/songs/?query=romeo%20is%20bleeding

23 Aralık 2009 Çarşamba

jockey full of bourbon


günlerdir dilimden düşmeyen şahane tom waits şarkısı

http://listen.grooveshark.com/#/artist/Tom+Waits/1591

22 Aralık 2009 Salı

türklere açık mektup

ülkede yaşayan tüm azınlıklar sizden rahatsız. insanları geriyorsunuz. ermeni aydınları susturup öldürüyorsunuz, kürtlere insan olmakla hakettikleri hiçbir hakkı tanımıyorsunuz, onları da susturmaya kapatmaya çalışıyorsunuz, siyaset haklarını ellerinden alıyorsunuz. habire partilerini yokederek ne saygı gösteriyorsunuz, ne de onlara tahammül edebiliyorsunuz. arapları türklere islamı getirdikleri gibi abuk sabuk hiçbir mantığa sığmayacak şekilde aşağılıyorsunuz, ülkenin cumhurbaşkanının ve bilumum akp kurmaylarının etnisitisini araştırıp onları kamuoyu önüne atıyor , kafatasçı bir milliyetçilik örneği sergiliyorsunuz.

aleviler sizler için potansiyel sosyal demokrat ( chp) oy tabanından başka bir şey ifade etmiyor. kürt alevileri , türk alevileri diye ayrımcılık yapıyorsunuz. dersimdekiler akıllı olsun akıllı güzergahı izliyorsunuz. gayrimüslümler de sizler için bir şey ifade etmiyor. onları bir küçük çocuğun eline tabanca verip öldürüyorsunuz. hristiyanların özgürce ibadet etmelerini, bu ülke hakkında fikir beyan etmelerini istemiyorsunuz. onlara türkiye'de yaşamalarından başka bir nimetleri olmadığı duygusunu aşılamaya çalışıyorsunuz.

emniyet teşkilatını fazla gülen cemaati mensubu barındırıyor diye diye horlarken, diğer bir kolluk kuvveti olan orduyu ereğinizin bir neferi olarak görüyorsunuz. asker öldüğünde şehit sayarken , polise dış kapının mandalı gözüyle bakıyorsunuz. yine ayrımcılık yapıyorsunuz. sizden olanlar ve olmayanlar şeklinde bir dünyanız var ve bunun içinden bir türlü çıkamıyorsunuz.

ve siz türkler artık;

artık türkiye'nin de değişmek zorunda olduğunu kabul etmek zorundasınız. yoksa hem aşağılık komplekslerinizle, hem de ilkel hayat fikirlerinizle dünyada yapayalnız kalıp, o bize muhtaç, biz şu kadar jeopolitik bir öneme sahibiz masallarıyla kendinizi kandırmaktan, yerinizde saymaktan ileri gidemeyeceksiniz.

en önemlisi mustafa kemal atatürk 1938 yılında vefat etti. o yıllarda doğanlar bile ölüyor artık. tamam liderinizdi, türkiye'yi o yarattı size göre. ama onu aşamayarak ona olan borcunuzu nasıl ödeyeceksiniz?

youtube'u kapatarak mı?

21 Aralık 2009 Pazartesi

donuk

kilitleniyorum bazen. hiçbir şey düşünemiyor, konuşamıyorum, buz gibi oluyorum, soğuk ve kümesinden çıktığında erimeye mahkum gibi... kelimeleri seçemiyorum, mantık silsilem duruyor, kendimi kötü hissediyorum bir nedeni olmaksızın.


kendimi artık ifade edemiyorum. o kadar çok yalnız kaldım ki, o kadar çok kendime alıştım ki , birisine kendimden bahis açmak, birisiyle muhabbet etmek artık ilginç geliyor. ürkütücü geliyor. çekiniyorum. çoğunlukla da kaçıyorum. evime geldiğim anlar en sahte mutluluklarım benim.

içkim varsa evde sorun yok oluyor. bir şekilde zaman akıp gidiyor. zaman tükenmek için olduğunu ölesiye hissettiriyor.

yıllarca kendimi nasıl kandırmışım aklım bir türlü almıyor!

müthiş bir yalancıyım şüphe yok!

20 Aralık 2009 Pazar

beni yargılayan orospular


dengeli biri olduğum söylenip durulurdu

doğruydu , çok fazla kafama taktığım doğruydu,

herkesin yanında farklı herkese farklı davranmayı otomatiğe bağlamıştım,

alkolden başka bir şey kokmayan evime gittiğimde anlıyordum bunu sadece

yalnız kalınca

güçlü telkinlerle kendimi yatıştırdığım çok oluyordu

kendi kendimin alter egosuydum

hastaydım

ne yapacağını hiçbir zaman bilemedim

birilerini yaratıp ona yaptırtırdım her şeyi

benim yerime işeyen, sıçan, içen,

insanlarla diyaloğa giren

normalmış gibi davranan

her şey kontrol altındaydı sanki

ki farkedene dek

biri geldi bir gün

o hep vardı aslında

gözleriyle bir şeyler söyledi

ağzı geveleyip duruyordu

alt metni : ne boktan adamsındı, seni bunca ay nasıl idare ettim

bir erkek arkadaşı olması için bir erkek arkadaşı olmuştu

katlanılamayacak kadar antipatiktim

kandırıkçıydım

numaraydım

yalandım

sahteydim

taklittim

kız benim egoma boyun eğmişti

gitti sonra. gözleriyle birlikte.

sonra biri daha geldi .

o da bir süre idare etti.

her şey kontrol dışı.

eğlendi.

içti.

farkındalık yaratan ilginç muhabbetlere yöneldi.

sonra o da gitti. son kullanma tarihimi zorlayarak hem de.

sonra biri daha ilginç bulabildi beni nihayetinde

o , piç olmamla ilgilendi daha çok.

uçtu bi aralar .

hayatı yaşadı.

ama ben sonu kötü biten film- noir gibiydim

farkına vardı.

gözleriyle gitti.

kulaklarıyla.

kendimi hep boktan hissettim.

ne bekliyorsam...

bi kadın gelecek, oturma odasına girecek

kucağıma oturacak

ve her şey mükemmel olacak

beraber avam yerlerde köfte yiyip parası olanlardan farklı olduğumuzu göstereceğiz

alternatif yaşayacağız

evde bütün gün film izleyip sevişip onların kritiğini yapacağız

birbirimize küçük sürprizler yapıp birbirimiz için olduğumuzu söyleyeceğiz

heyecanlanacağız

filmlerin içindeki romantik yalancı gerzekliklere dönüşeceğiz

birbirimizn ailesi şu boktan ülke geleneklerine göre bizi istemeyecek

direneceğiz

uzaktan görüşeceğiz

bu tutkuyu daha da artıracak

geçmişi yad edeceğiz

yağmurlarda ıslanacağız

biri traş köpüğü sıkacak birine, diğeri onun saçını kesecek

mütemadiyen birbirimizi çok sevdiğimizi söyleyeceğiz

evin içinde osurmak, geğirmek sürecini yaşayacağız

buna samimiyet diyeceğiz

hoşumuza gidecek

kasmıyoruz sanacağız

farklıyız sanacağız

bir kadın gelecek , kapıdan içeri girecek, kucağıma oturacak

ve tüm bunları onla yaşayacağım

ve her şey düzelecek

inanıyor musun şimdi sen buna ?

hiç çok inanmak isteyip de inanamayacağını bildiğin bir şeyi bilme duygusu seni

tahrip etti mi?

hiç kadınlar tarafından idare edilmek duygusunu bilir misin sen?

hiç herkesin anormal görünmek için can attığı bu dünyada normal biriymiş gibi

davranmanın ne demek olduğunu bilir misin sen?

sen hiç hayatında bu kadar her şeyden süratla kaçan bir adam tanıdın mı?


fon : rolling stones - anybody seen my baby.

19 Aralık 2009 Cumartesi


ama en boktanı da kendine söylediğin yalanları reddedemeyecek olman gerçeğini biliyor olmandır?

başka dilde aşk: mağrur bir iletişim hikayesi


her sene türk filmleriyle alakalı , '' işte bu sene sinemamızın altın çağı '' türünden geyikler ve söylemler yapılır , '' geçen sene 50 film çekilmişti, bu sene 100'ü zorluyor'' tarzında da ( rakamlar farklılık gösterebilir, kabızı gelen itiraz etmesin hemen) devam edilir. hemen de eşkiya' ya atıfta bulunulur nedense, 96 yılı önemli bir yıldı diyerekten lafa devam edilerek. böyle diye diye insanları en boktan yerli filmlere bile götürdüler açıkcası. ve sinema sektörü, tatil filmleri, bayram filmleri , dizilerin devamı filmler diyerek bugünkü yıllık hasılasına ulaştı.


ben nitelikten yanaydım açıkcası. filmleri türk filmi yahut ecnebi diye ayırma zahmetine de girmeyenlerdendim. önemli olan benim için , filmlerdir, filmlerin nitelikleridir, hangi ulusun o filmleri yapmalarından ziyade. bakış açımın bu olmasından dolayı yerli filmler hakkında bir şeyler karalarken farklı bir argüman geliştireceğim algısına haiz olunmaması için böyle bir girizgah ile girdim efenim.

gelelim başka dilde aşk'a... gayet sade bir film olmuş öncelikle. ironik bir şey yakalamış senarist. sağır bir delikanlı ile çağrı merkezi çalışanının aşkı yahut ilişkisi , toplumun, ailenin ve yüzünü bilmediğimiz halde hayatlara müdahale etmeyi görev edinmiş nice şeyler ekseninde aktarılmış.

bana göre çok fazla sert mesajlar verilmeden, kaşını gözünü kaldırmadan, bir tabu anlatılmış. farklı yaşantılara asla hoşgörülü olmayı sevmeyen normal! insanların farklı olanların üzerindeki baskı verilmek istenmiş.

insanların anlaşması için konuşması mı gerekiyor illa? fikrinden yola çıkılarak.

gayet duru, net bir film diyebilirim. müzikler biraz daha iyi olabilirdi kanımca. mert fırat'ın sağır rolündeki yeteneği de umduğum gibiydi. bu tür roller oynayanını ya rezil ya vezir etmekte zaten. ayrıca da baskın karakter olmak zorunda gibi bir doğal durumu da var.

saadet ışıl aksoy'a da gün geçtikçe daha çok kanım ısınıyor. mimikleri gayet başarılı . ilerde mükemmel, mütemadiyen aranan bir aktrist olacak gibi duruyor.

17 Aralık 2009 Perşembe

by the waters of babylon


mad men'in 1. sezonun 6.bölümünde canlı bir şekilde icra edildikten sonra bilgi sahibi olduğumuz şarkısı. david carbonara diye bir müzisyene ait. mad men'in soundtrack albümü neredeyse onun şarkılarından oluşmakta zaten.

şarkı yahudilerin şarkısı. onların vaadedillmiş topraklarda buluşma gününü anlatan bir ağıt.

dizideki sahnede de bir yahudinin gözünden aktarılmıştı zaten. ve don draper, o duygusuz herif bile bakakalmıştı öylelemesine...

yahud tarihine meraklı ve onlara hayran olan biri olarak çok ilgimi çekti bu şarkı. gerçekten tarihlerindeki bitmek tükenmek bilmeyen köleliğin bir nevi özeti geçilmiş.

resimdeki sahneydi şarkı çalınıyordu..

http://listen.grooveshark.com/#/search/songs/?query=david%20carbonara


burdan erişebilir meraklısı.

büyüyememek

yorgun argın eve gelir insan, yalnızdır, içeriye girer ayakkabılarını çıkarır. elini yüzünü yıkar. televizyonu açar sesini yükseltir, mutfağa geçer, bir şeyler hazırlar. sigarasını daha bir keyifle içmek için zorla bir şey yer, televizyondan gelen sese irkilir, ama televizyondur alalede, insan yoktur evde, anlar. geçip oturur karanlığında salonunun, bir şeyler izler, bir şeyler içer, yarın sabahın köründe kimler için nereye vaktinde yetişeceğini düşünür her zamanki gibi, kızar , söver, banyoya gider duş alır, pijamalarını giyer, tüm ışıkları kapatır, yatağa uzanır;

yatar, uyuyamaz, hala annesi gelip üstünü örtecek sanır. alınganlaşır insan, üzülür, melankoli yapar;

30 yaşına gelmekte olan bünyesi hala kavrayamamıştır, eşek kadar adam olduğunu. bazen çocuk kalmak ister insan, ne masumiyetten ne de melankoliden,

çocuklar hiç yalnız kalmaz çünkü....

16 Aralık 2009 Çarşamba

mutsuzluk: başarı: new york: viski: mad men


3.sezon finalini izleyeli 2 gün kadar oldu. e2'yi bekleyemeden hemen izledim. yazmamak olmaz çünkü on numara bir final oldu bu yavaş yavaş damardan işleyen dizi hakkında..

erkeklerin ve kadınların ölümüne mutsuz olduğu yıllar düşünün. bütün ilişkilerin kandırmaca olduğu, zencilerin insan yerine konmadığı, bolca viski içilen , bolca sigara içilen, sabahlara dek ajanslarda çalışılan, seksin bugünkü kadar ulu orta olmadığı, metreslerin erkeklerin dünyasındaki öneminin kocaman olduğu, erkeklerin kadınlarını aldattığı , kadınların erkeklerini aldattığı, kennedy'nin ölümüne bir ülkenin ağladığı, vietnam'dan gelen adamların psikolojilerin darmadağın olduğu, kapitalizmin temellerinin ölümüne atıldığı, amerikan rüyasının trajedilerinin bolca olduğu, bireylerin toplumları alt üst ettiği yıllar düşünün.

mutsuzluk: başarı: new york: viski ve mad men'dir işte orası.


şirket( sterling cooper) yine satımak istendi. bu sefer don draper buna dayanamadı haliyle. karşı geldi.

ekibi ayarladı, ofisini ve projelerini ve müşterilerini toparladı ve en baştan başlamak üzere bir yolculuğa çıktı...

bunu dışında betty denen hatun hunharca boşanma davası açtı bu güzel adama. gitti götün biriyle kaçtı iki çocuğunu ortada bırakarak... çünkü don'un geçmişiyle ilgili her şeyi öğrendi. don itiraf etti. betty ayrılmayı seçti. ben bu kadar anlayışsız, bu kadar histerik, bu kadar orospu bir hatun görmedim amınakoyim. hele ki don'a seni sevmiyorum demesi vardır ki son bölümde .. don'un nutkunun tutulduğu an da cabası...

4. sezon baya merak edimekte.

ekip evden bozma bir yerde ne yapacak bakalım bundan sonra?

betty don'dan ayrılacak mı? ( ayrılsın be)

don öğretmen metresiyle evlenecek mi? ( evlensin be don'a karısından daha fazla değer veriyor)

bakalım neler olacak.

dexter: dram dram dram


4. sezon finalini dün gece itibariyle izledim velhasıl. herkesin telkin ettiği kadar varmış... fena bir şeydi hakikaten , özellikle son 10 dakikası. son zamanlarda çok dizinin sezon finalini izledim, lakin dexter kadar etkileyenini görmedim açıkcası.

öncelikle 4.sezondan bahsetmek istiyorum biraz kabaca. 12 bölüm sürdü bu sefer. ( 13 oluyordu hep)

dexter evinden taşınmıştı, rita'nın evine yerleşip iyice katil baba durumuna ısınmıştı. hem katil hem baba olabilirdi , zaten böyle olmasını istiyordu. rita ikide bir onu evlilik terapistine götürüyor, dexter henry'ye isyan ettiği, karşı geldiği için masum birini öldürüyordu, ajan lundy ölüyordu, debra yaralanıyordu yine her sezonda olduğu gibi histeri krizleri geçiriyordu ve lundy'nin ortaya çıkardığı trinity killer metro polisi tarafından aranıyordu...

dexter arthur mitchell ( trinity killer) ile ardadaş oluyor, onu kendine örnek alıyor, onun gibi hem ailesine düşkün hem de katil biri olacağı fikrine gitgide kapılıyordu. ve zamanı geldiğinde onu kendi elleriyle öldürecekti. bir nevi arthur dexter'ın alter egosuydu.

ama işler böyle gitmedi.

dexter onu intihardan kurtarmak yerine öldürseydi hiç böyle olmayacaktı.

arthur onun dşündüğü gibi biri değildi çünkü dexter'ın kuralları vardı, masumlara yanaşmazdı ama arthur küçücük çocukları bile gözünü kırpmadan öldürebiliyordu.

son bölümlere geldikçe iyice çuvallamaya başladı dexter. önce kyle butler olarak tanıttığı kendini, arthur'un evinde tutamadı ve onun ailevi ilişkilerinin çok içine daldı. sonra kendini çok belli etti, dikkat çekti, hata yaptı ve arthur'un ondan şüphelenmesine yol açtı ve arthur kyle butler'ın peşinden gitti.

netice itibariyle, hello dexter morgan dedi ve miami metro'nun içine bodoslama daldı. s

final bölümünde ise;

arthur'u hemen yakaladı dex ama çuvalladı ve elinden kaçırdı. sonra tekrar yakalayıp öldürdü.

son 5 dakikasıydı sanırım. oh demiştik. dexter bunu da aştı. artık aile babası oldu tam manasıyla.

saniyeler farkıyla öldürmü meğerse, geyik gözlü güzel hatun rita eve dönmüş şans eseri,

ve küvetin içinde kanlar içinde bembeyaz bir kadın cesedi...

çocuğu harrison tıpkı dexter'in bebekliği gibi kanlar içinde ağlıyor annesinin cesedinin yanında.

katillerin , müptelaların diyetlerini ekseriyetle çocuklar çekiyor. ( bu klişedir ama böyledir sanki)

dexter'ın, çocuğunu kucağına alıp nereye gideceğini bilemez bir halde evin içinde dururken ki hali en dehşet verici görüntüydü sanki...

sanırım 5.sezon çok sıkıntılı olacak. dex asla normal biri olamayacak.

bazıları yaşamaz.. yaşayamaz.. değişmez...değişemez...

14 Aralık 2009 Pazartesi

jack on the rocks

aşk dedi kadın '' ben senin gecenin bir yarısında düşünebileceğin kadınlardan değilim''

şaşırmamış numarası yaptım saatlerce.

oturdu bir bardak viski koydu kendine.

ne de özgüven doluydu.

beni kendimden tiksindirircesine.

aslında hiç de böyle göründüğüm söylenemezdi.

insanlar fazla ukala bulurlardı çoğu kez.

bir keresinde tokat yemiştim çok küçükken kızın birinden

hatta bir keresinde kendinde onu nasıl bu kadar umursamadığımı hakkı gören

bir kadından

tekme yemişliğim bile vardı.

insan prensip sahibi olamıyor bazen.

bazen boş veriyor ölümüne.

bir yerde hayvan olarak bilinirken bir yer onu bağrına basıyor.

ne olduğuna insanın çevresi karar veriyor bazen.

kadınlar her zaman özendiğim yaratıklar oldu.

nefret etmekle hayranlık arasında sıkışıp kaldım onlara.

benim net hallerimdi onlar.

benim alter egolarımdı çoğu kez.

gecenin bir yarısı unutmak istediklerimdi.

sabahları yanımda görmek istediklerimdi.

kadınlar benim tanrı anlayışımı temsil ediyorlardı.

ekseriyetle var olduklarını hissedip

onlar yokmuş gibi davranmamı sağlayarak....

kadınlar


"Ünlü biriymiş gibi davranıyorsun."
"Hep böyleydim ben, yazmadan önce de."
"Gördüğüm en tanınmamış ünlüsün sen."

Orda Katherine'le birlikte olmak garipti. İnsan ilişkileri garipti. Demek istediğim, bir süre biriyle birlikte oluyordunuz, onunla yiyor, yatıyor, yaşıyordunuz, onu seviyor, onunla konuşuyor, beraber bir yerlere gidiyordunuz ve sonra bitiyordu. Sonra hiç kimseyle birlikte olmadığınız kısa bir süre giriyordu araya, sonra başka bir kadın geliyordu, onunla yiyor, onu düzüyordunuz ve herşey öyle normal görünüyordu ki, sanki siz hep onu bekliyordunuz, o da sizi. Yalnızken hiç iyi hissetmedim kendimi; bazen idare ederdi ama hiç de iyi değildi.

Kendimi hep yanlış şeylere hasretmiştim; içmeyi seviyordum, tembeldim, bir tanrım, siyasetim, fikirlerim, ideallerim yoktu. Hiçliğe tezgah kurmuştum; bir çeşit varolmama, ve bunu kabullenmiştim. Bütün bunlardan da ilginç bir kişi çıkmıyordu ortaya. İlginç olmak gibi de bir derdim yoktu, çok zordu bu. Gerçekten istediğim içinde yaşanacak yumuşak ve belirsiz bir yer ve rahat bırakılmaktı. Diğer taraftan, kafayı bulunca bağırıyor, deliriyor, kontrolden çıkıyordum. Bir davranışım diğerine uymuyordu. Hiç takmıyordum.

"Sen hiç ölü bir kadını düzmedin değil mi?"
"Sadece bazıları ölü gibi geldi."

"Zerre kadar iplediğin yok. Bütün bu aşk şiirleri, bir anlamı yok senin için."
"Yazdığım zaman bir anlamı vardı."

Onun esaslı biri olduğunu görmüşlerdi. Seksapelitesi vardı. Hamamböcekleri, karıncalar ve karasinekler bile onu düzmek için yanıp tutuşuyordu.

Berberlerden nefret ederdim, bu yüzden saçımı kesecek bir kadın bulamazsam kendim keserdim onları. Traş olmayı sevmezdim. Uzun sakalları da, o yüzden sakalımı iki üç haftada bir makasla kendim keserdim. Gözlerim bozuktu ama okuma dışında gözlük takmak gibi bir alışkanlığım yoktu. Dişlerim kendimindi ama sayıları çok fazla değildi. Burnum ve yüzüm çok içki içmem yüzünden kıpkırmızıydı. Işık gözlerimi rahatsız ettiği için kısık kısık bakardım. Herhangi bir teneke mahallesinde hiç de yadırganmayacak bir tipim vardı.

Eğer berbat bir şeyler olmuşsa, unutmak için içersin; iyi bir şeyler olursa kutlamak için içersin ve hiçbir şey olmamışsa bir şeyler olması için içersin.

Cecelia bir içkiyle çakırkeyif olmuş, çenesi düşmüştü, hayvanların da ruhları olduğundan falan bahsediyordu. Kimse karşı çıkmadı düşüncesine. Olabilirdi, biliyorduk. Bilemediğimiz bizim de olup olmadığıydı.

Cecelia oturup içki içişimizi seyretti. Onu bozguna uğrattığımı görebiliyordum. Et yiyordum. Tanrım yoktu. Düzüşmeyi seviyordum. Doğa ilgimi çekmiyordu. Oy kullanmıyordum. Savaşı seviyordum. Dış mekanlar beni sıkıyordu. Beyzboldan sıkılıyordum. Tarihten sıkılıyordum. Hayvanat bahçesinden sıkılıyordum.

"Kadınlar hakkında ne düşünüyorsun?"
"Ben düşünür değilim. Her kadın farklıdır. Aslında en iyi ve en kötünün karışımıdırlar. Hem sihir hem de dehşet. Ne olursa olsun varolduklarına memnunum."
"Onlara nasıl davranırsın?"
"Benim onlara davrandığımdan daha iyi davranır onlar bana."
"Doğru mu bu sence?"
"Doğru değil ama öyle oluyor."
"Dürüstsün."
"Pek sayılmaz."

"Diğer erkekler gibi karşındakini etkilemek için çaba sarfetmiyorsun. Doğandan gelen komik bir yanın var."

Hiçbir zaman giyime meraklı biri olmamıştım. Gömleklerimin hepsi küçülmüş, solmuş, en az 5-6 senelik eski püskü şeylerdi. Pantolonlarım da farklı sayılmazdı. Oldum bittim giyim mağazalarına girmekten nefret etmişimdir, memurların kibrinden, ukala tavırlarından, bende olmayan kendilerine aşırı güvenlerinden, kısacası her şeylerinden nefret ederdim. Ayakkabılarım da hep eski püsküydü, çünkü ayakkabı mağazalarından da hoşlanmazdım. Giydiklerim tümüyle ıskartaya çıkmadan kendime yeni bir şey almazdım, arabalar için de durum aynıydı. Tutumlu olduğumdan değil, dayanamadığım sadece, yakışıklı, umursamaz, kendini beğenmiş bir tezgahtar karşısında müşteri konumunda olmaktı. Ayrıca zaman kaybıydı hepsi, keyfime göre uzanıp içmek varken, bunlarla uğraşamazdım.

Zaten inzivaya çekilmiştim, bu yüzden kalabalığa dayanamazdım. Kıskançlıkla ilgisi yok bunun, sadece insanları, kalabalığı sevmiyordum hiçbir yerde, okuduğum zamanlar hariç tabii. Onlar benden bir şeyler alıp götürüyor, kanımı kurutuyorlardı sanki.

Ne boktan bir adamım ben? Gerçek olmayan, muzır oyunlar oynuyordum. Amacım neydi? Neyin peşindeydim? Kendi kendime bunun sadece bir arayış, yalnızca kadınlar üzerinde bir inceleme olduğunu söylemeyi daha ne kadar sürdürebilecektim? Üzerinde düşünmeden olayları kendi gidişatına bırakıyordum. Kendi bencil ve bayağı zevkimden başka bir şey düşündüğüm yoktu. Şımarık bir lise öğrencisinden farksızdım. Bir orospudan daha kötüydüm, orospu, insanın sadece parasını alır, başka bir şeyini değil. Bense başkalarının yaşamları ve ruhlarıyla oyuncağım gibi oynayıp duruyordum. Kendimi nasıl adam sayabilirdim? Nasıl şiir yazabiliyordum? Neyin nesiydim? İkinci sınıf bir De Sade'dim, onun zekası yoktu bende. Bir katil bile benden daha dürüst ve açık sözlü olabilirdi, bir ırz düşmanı bile. Ruhumla alay edilmesine, oynanmasına izin vermezdim, bunu gayet iyi biliyordum. Gerçekten de iyi birisi değildim. Halı üzerinde bir aşağı bir yukarı yürürken bunu hissediyordum. Yo hayır, iyi biri değildim. Daha da beteri, kendimi olmadığım biri - iyi birisi - gibi lanse etmemdi. Sırf bana güvenlerinden dolayı başkalarının yaşamlarına girebiliyordum. Böylelikle bayağı zevkimi en kolay yoldan giderebiliyordum.

Kadınlar: giysilerinin rengi, konuşma tarzları, bazılarının yüzündeki acımasızlık ifadesi, ya da saf, neredeyse büyüleyici kadınsı güzellik daima etkilemiştir beni. Bizden üstünlükleri vardır: herşeyi çok daha iyi planlarlar ve organize ederler. Erkekler bir futbol maçı izler, bira içer, ya da bovling oynarken, kadınlar bizi düşünüyorlar, bizi kabul edip etmeme, atıp atmama, öldürüp öldürmeme, ya da sadece terkedip etmeme konusunda enine boyuna düşünüp karar veriyorlardır. Sonu pek önemli değil; ne yaparlarsa yapsınlar sonunda biz yalnız kalıp kafayı yiyoruz.

Ahlak kuralları kısıtlayıcıdır ama yüzlerce yıllık insan deneyimine dayanmaktadır. Bazı ahlak kuralları insanları fabrikalarda, kiliselerde esir ve devlete bağlı tutmaya yararken bazıları insanların kendilerini iyi hissetmesini sağlar. Zehirli meyvelerle iyi meyvelerin birlikte bulunduğu bir bahçe gibi. Hangisini seçip yiyeceğinizi ve hangisini bırakacağınızı bilmelisiniz.

film- noir


kapkaranlık açılışlar, tehlikeli kadınlar ve o kadınlarının erkeklerin sürekli hayatını mahvetmesi , altını oyması...

trençkot giymiş dedektifler, bolca alkol ve sigara, odaların mavi sigara dumanı ile dolu olması...

olayların bazen trajikomik, bazen trajik ve gerilim yüklü gelişmesi...

karakterlerin ucuz hesapları, kolay arzuları, basit ölümleri...

filmlerin bitmemesi,

karakterlerin film bittikten sonra bile izleyici tarafından merak edilmesi...

kabaca bir film noir tasviri olabilir zannımca.

13 Aralık 2009 Pazar

match point


para mı aşk mı?

kariyer mi ahlak mı?

ya da vicdan hepsinden önce mi gelmeli?


bilindik sorular bunlar ama film bana göre çok enteresan karelerle dolu.

scarlett johansson'un yağmur altında beyaz elbisesiyle meme ucu şovu yaparak seviştiği sahne gibi mesela.

film daha başlarken, tenis topunun net sayısı alması gibi mesela. ki zaten film orda verdi finalinin nasıl olacağını bence. ama bunu anlamak filmin son sekansında ( yüzüklü bölüm) belli oluyor.

yukarıdaki soruları kısmen kendince cevaplamıştır film. daha doğrusu woody allen . ki ben zaten farklı olacağını da düşünmüyorum, kendisinin çoğu filmini izlemiş ve kitabını okumuş biri olarak. hem bu sorular kolaylıkla cevaplanacak türden şeyler değildir. kimse ben hemen şunu seçerim diyemez. sert sorular, sert seçimler bunlar.

dolu ve tatmin edici bir filmdir benim için match point.

dostoyevski sosları vardır evet ama tadındadır bana göre. woody belli bir yere kadar bu sosları filme yüklemiş ve kırıntı şeklinde yüklemiş kanaatimce.

izlemek elzem verilen zaman boşuna değil.

die welle


almanların kendilerini artık nasıl ölümüne tenkit edebildiklerini gösteren çarpıcı bir film.

bir alman lisesinde bir öğretmenin dönem ödevi vermesiyle başlıyor her şey. dönem ödevinin konusu filmin konusu. öğrenciler ilk başta hocalarının söylediklerini ciddiye almıyorlar. sonra hocaları onları yavaş yavaş ikna etme başlıyor. biz bir toplululuğuz diyor. birbirimiz için varız fikri serpiştiriliyor, sonra abmlemiz olmalı diyor, bir işaretimiz, selamlaşma şeklimiz olmalı diyor ve olaylar gelişiyor...


bir lise etrafında faşizm dersi veriliyor adeta bu güzelim filmde. faşizmin , otoriter ve totaliter anlayışının dalga halinde nasıl geliştiği anlatılıyor. ülkelerde başa geçen faşist diktatörlerin, hükmetlerin mini bir kopyası ve gelişimi belirtiliyor.

almanların tarihlerinde yaptıkları en iyi filmlerden biri diyebiliriz.

saw 6


gece 12 seansına gittiğim ve az önce izlemiş olduğum serinin son filmi.

gayet başarılı.

yine bilindik testere oyunları vardı yöntemler değişik olsa bile. işte hayatta kalmak için bir uzvunu feda etmek zorunda olman, devamlı seçim yapmak durumunda kalman, vicadanınla muhaseben, geçmişinle hesaplaşman ve dibine kadar özeleştiri falan filan. artık testere klasiği oldu bunlar. bir testere felsefesi.

insan hep ölüm kendisine yaklaştığında mı farkeder hayatın güzelliğini, kıymetini?

ama tüm bunların yanında filmi özel kılan şey , amerikan sağlık endüstrisinin öldüresiye tenkit edilmesiydi. bir şekilde ve çok özel bir şekilde konunun jigsaw ile bağlantılanmasıydı.

belki ahlaki sistemleri yoran bir şey bu ama, ister istemez jigsaw'a hak veriyor bünyeler, bazen ikilemde kalıyor , çoğu an bu endüstiriye lanet ediliyor.

işte saw 6'da bu vardı diğer serilere göre...

diğer serilere göre kurgusunda da büyük bir netlik vardı. bunu serinin ilk filmindeki ekibin tekrar iş başına gelişine yormak lazım.

bu arada, bu seride diğer göze çarpan özellikte , jigsaw'un karısının artık daha etkili bir hal almasıydı filmde.

final sahnesi yine çok çarpıcıydı, dediğim gibi saw 6 oldu belki sırf bu uzunluktan dolayı refleks icabı herkes bitsin artık falan diyor , yadırgıyor ama güzel be kardeşim.

tüm oyunlar bir mühendislik harikası, mantık silsilesi içerisinde. insani ögeler de çok fazla, insanların ölüm anlarında nasıl şekil değştirdikleri ve bencilleştikleri de anlatılmakta en pürüzsüz bir şekilde.

istatistiklere takılmamak lazım. eğer bu mantıkta bu güzellikte devam edecekse isterse saw serisi 20'ye kadar gitsin. film seyrediyoruz biz çetele tutmuyoruz.

11 Aralık 2009 Cuma

rutin bir aşk hikayesi

kız güldü. oğlan şaşırdı.

kız gitti. oğlan arkasından bakakaldı.

kız göründü. oğlan gördü.

kız konuştu. oğlan sustu.

kız sustu. oğlan sustu.

kız geldi. oğlan sevindi.

kız içti. oğlan sarhoş oldu.

kız ağladı. oğlan sarıldı.

kız eğlendi. oğlan eğlendi.

kız kıskandı. oğlan durdu.

kız bağırdı. oğlan bağırdı.

kız küstü. oğlan barıştı.

kız gel dedi. oğlan geldi.

kız soyundu. oğlan kız benim dedi.

kız yalnız kalmak istedi. oğlan tamam dedi.

kız boğuluyorum dedi. oğlan tamam dedi.

kız bitti dedi. oğlan bitti.

kız gitti. oğlan gidemedi.

aşk güzel şeydi


sonunda hep kadınların kazandığı

güzel bir şeydi.

insanı asosyal yapan hayat detayları

upuzun bir ilişkiden çıkmak;

insanı fazlasıyla yoruyormuş, insan kimseyi görmek istemiyormuş,

tahammül edemiyormuş kimseye. eskiden şöyle olsa böyle yaparmış,

böyle olsa şöyle yaparmış. normalde cuma gecesi evde durmazmış insan,

dışarıda hayat bulurmuş. artık evden çıkmazmış ama, geri bildirimleri alamazmış,

tv seyreder, götünü kaşır, donuk adamı oynarmış.



yemek yaparmış, biraz götürürmüş, müzik dinlermiş adam içermiş sonu gelmezmiş, birazcık daha götürürmüş,

yürürmüş yalnız başına yollar bitmezmiş, soğukmuş hayatın kaldırımları...üşürmüş sarılan olmazmış...

10 Aralık 2009 Perşembe

gangs of new york


2002 yapımı bir martin scorsese filmi. 1800'lü yılların new york'unu anlatmakta. leonardo di caprio ve daniel day lewis başrolde.

şehir çetelerden geçilmiyor. şehir kötü. şehir serseri. şehir bitik. çeteler, fahişeler, büyük aileler, küçük politikacılar, iyi insanlar, kötü insanlar. kasaplar, berberler, şehir pusuda, şehir uyumuyor. çeteler her yeri sarmış, bir iç savaş mevcut, her çetenin kendi bölgesi var. irlandalılar, italyanlar, ispanyollar, ingilizler...

1800'lü yılların new york'u filmden öğrendiğimiz kadarıyla hemen hemen böyle. bütüyle karışık. martin scorsese film noir tadında bir şey vaad ediyor bize.
amerika birleşik devletlerinin etnik yapısının nasıl kökleştiğini anlatıyor. nasıl bu hale geldiğini ve biraz da nasıl kökenlerin birbirlerine hoşgörü duymak zorunda olduğunu...


daniel day lewis bana göre yüzyılın en önemli erkek oyuncularından biridir. 10 tane filmi ya vardır ya yoktur zaten. 50 yaşında bir insan olmasına rağmen. seçer. hayvanlar gibi film seçer. oynamaz. zaten asıl işim italya'da der . ayakkabıcılık yapar. martin , kasap rolü için en başından onu düşünmüştür. filmi o olmadan yatırabileceğini bile düşünmüştür hatta. floransa'da yaşayan daniel babayı ikna etmek için filmi italya'da çekmiştir üstelik.

lewis'in oyunculuğu ise mükemmel kelimesinin aciz kalmasına yol açacak kadar güzel. çarpıcı. alıp götürmüştür bu görkemli filmi. büyülüyor resmen. tek kişilik 4 perdeli tiyatro oyununda gibi oynuyor. devleşiyor.

di caprio ise martin ile ilk çalışması olması gereğiyle vasatı aşamıyor.

kurgusu aşmış bir film. iki devi olan film. biri reji olan martin birisi daniel day lewis.

bringing out the dead


martin scorsese'nin yönettiği 99 yapımı muhteşem bir film.


sinemada izlemiştim ben bu filmi. ilk izlediğimde pek de etkilenmemiştim sonraları 2-3 kez daha izledim. gariptir ama böyle şeyler olur bazen. vardır böyle filmler. ilk izleyişte pek etkilemeyen sonraları fenomeni olunan...nicolas cage alkolik, bezgin, bitmiş, kafayı yemiş bir ambülans şoförüydü. eşini de patricia arquette canlandırmıştı. evlilikleri derinden sarsılmış bir çifttiler.

sarsıcı olan şey ise benim gözümde, ambülans şoförlüğüydü. her gece kopan bacak, bolca kan ve cesetlerle uğraşan insanlar...

nicolas cage gerçekten de sarsıcı bir oyun sergilemişti.

kıyıda köşede kalmış değerli filmlerden sadece biridir özetle...

7 Aralık 2009 Pazartesi

mad men: bireyler üzerine bir dram



mükemmel kareler...

az önce 3.sezondan bir bölüm izledim. kaçıncı bölüm olduğunu bilmiyorum ben torrentte, 5 bölümdeydim sonrasını izlemeyememiştim bir sürü ucuz sebepten. sık sık e2'de görüyordum izlemediğim bölümleri ve hemen değiştiriyorum kanalı. ama bu sefer yapamadım. bölümün en başında yakalandım. koy götüne rahvan gitsin dedim, sonrasında bir iki bölüm geriden gelirim nasıl olsa diyerekten.. ayrıca bu saatlerde pek bir şey izleme huyum da yoktur. bir tane şarkı vardı sabahtan beri mad men'in soundtracklerinden (babylon) birini mırıldandım durdum, sanırım bundan onun payı vardı. muhteşem bir bölüm sonu finali vardı. betty'nin acizliğ, don draper'in tutkusu, yüzündeki hafif tebessüm...

adamlar yapmış birader...


don draper... bugüne kadar gregory house ve dexter morgan'dan sonra gördüğüm en etkileyici dizi karakteridir. zaten yanılmıyorsam dexter dışında , hem jon hamm hem de hugh lauire en iyi erkek emmy'sini aldılar.

adam yürüyen karizma. az konuşuyor öz konuşuyor. mantıksız , düşünmeden ettiği tek kelime yok. kadının her zaman incelikle ! aldatıyor. metreslerini karısından daha fazla önemsiyor. eve gelince de tam bir aile babası oluyor. tuhaf.

ama bakışlar , duruşlar, dönüşler harikulade. tam bir kahraman. ağırdan alan bir kahraman.

karısı betty ise ( nefret ediyorum) tam sopalık bir hatun. her daim mutsuz. histerik, nevrotik , bezgin bir karakter. don draper gibi çok başarılı bir creative director'e , açıkcası ruhsal olarak hiç yakışmamakta. tamam hoş hatun ama ona her daim her an ölecekmiş gibi bir hali var.

benim diğer favori karakterim ise , peggy'dir mad men'de.

bencil, makyavelist, hırs küpü, rasyonalist , her daim aklı başında duygusuz piç bir hatun. sekreterlikle başladı, metin yazarlığına kadar yükseldi..

diğer favorim ise, kesinlikle yaşlı kurt bert cooper.

her daim ayn rand'dan replikler veren, insanlara ayn rand okumaları gerektiğini söyleyen, aşırı objektivist aşırı bencil bir adam. evet bu dizide hemen hemen herkes bencil.

bert cooper bugün izlediğim bölümde öyle bir laf etti bu tam tamına karakterini yansıtmakta;

- sana benim gururlu olduğunmu da kim söyledi.

mad men . herkesin sevemeyeceği, anlayamacağı türden bir dizi. zor bir dizi. ama izledikten sonra da abartı olmazsa reklam dünyası üzerinden insanların olması gereken , yaşaması gereken, bürünmesi gereken rolleri anlatan muhteşem bir ozan işi.

6 Aralık 2009 Pazar

basit

insanları seyrediyorum saatlerce, çünkü seyretmek zorunda kalıyorum. hepsi korkunç derecede anormaller.

dengesizler bazen. bazen aşırı dengeli. ne yapacaklarını bazen kestirmek bu yüzden hem kolay hem zor.

insanlara bakınca kendimde nefret ettiklerimin bütününü görüyorum. tuhaftır.

hepsi bir şeyler için ölmeye hazır. kendilerini bir şeylere adamaya arzulu. meraklı. yaşamın anahtarının bunda saklı olduğunu sanıyorlar.


ben ise bencilliğin doruklarına uzanmaktan gittikçe daha fazla haz alıyor gibiyim.

onların aileleri var, sevdikleri var, arkadaşları, sevgilileri, x tane özel günleri , günde x kere onları arayan herhangi bir nedenden dolayı onları merak eden x'leri var.

benim ise tam anlamıyla dostum diyebileceğim biri bile yok. aslında hiç olmadı. aslında olması da mümkün değil.

bu karmaşık biri olmamdan kaynaklanmıyor. yıllarca dengeli yaşıyormuş gibi görünen birinin artık, tüm bu kepazeliğe dayanamayıp bunu kendine itiraf etmesinden kaynaklanıyor.

ki zaten birinin beni benden daha fazla düşünmesi, anlaması, sevmesi fikrine bile katlanamıyorum. ve inanmıyorum.

insanlara bakıyorum saatlerce. suratlarında bazen iyimserlik görüyorum. ne kadar yakınsalar da her şeyden, günlük trajedilerden, iyimser olabiliyorlar.

tanrıları var. ataları var. totemleri var.

benim yok.

onların alkol alınca mutlu olma, kendini unutma, her şeyi unutma gibi nitelikleri var.

benim yok.

kendimle beslenen biriyim. terkedemiyorum bir türlü kendimi.

onların , materyalleri var. mobilyaları, arabaları, cüzdanları

benim sahibi olduğunu hissettiğim tek bir şeyim var, o da ruhum... dokunabiliyor, arada bir iki yumruk sallayabiliyorum ona..

her şeyim var ama hiçbir şeyim yok duygusundan başka hiçbir şeyim yok..

gecelerim var benim

yalnızlıklarım

konuşan viskilerim

ağlayan sigaralarım

çıldırmış gözlerim

uykusuz ellerim

kokuşmuş gülümselemerim var benim

tüm bunlara da onlar sahip değiller.


tuhaf..

hayat ne kadar da , basitmiş halbuki...

ya sahipsin ya değilsin...

tek gerçeğimiz buysa bazen

yalnızlığın zorunluluk olma sürecine doğru ilerlediği zamanlardandı.

ne yapacağına asla karar veremediğin, kararsızlığın zorunluluğun olduğu zamanlardandı.

kendini başka biriyle, herhangi biriyle düşünemeyeceğini anladığın zamanlardandı.

dengeli biri olmaktan çıkıp, hasretle istediğini gerçekleştirmek istediğin,

gerçek seni yaşamak, yaşatmak istediğin,

bir kadın hayatında bir nokta olmaktan fazlasını vaadedip içeri girdiğinde,

kapını kapatmayı bilerek unutmuştun sanki,

bilerek ve isteyerek ne kadar olumsuz olsan da bir nebze umut ederek kapını açık bırakmıştın

insan bazen izin vermek istiyor

o hayal edilen ama gerçek olmayan adamı oynamak istiyor,

kalabalıklar arasında yalnız olmak istemiyor,

yeterince acı çekmişse şayet!

kapı açık

zihin kapalı

olsa bile

yürek korksa

akıl istemese

gözler görmek

kulaklar

''hadi uyu artık geç oldu'' 'yu duymak istiyor.



tek gerçeğimiz buysa bazen.

5 Aralık 2009 Cumartesi

tanrılar bile mutsuz ve yalnızken

belki ölümün başka bir sebebi...

ben insanların tanrılardan daha üstün olduğuna her zaman inanmışımdır.

tanrı nedir ki? varlığını tartışmak anlamsız.

tanrı ölmeyi bile becereyemen bir mutsuz. bir doyumsuz...

o kadar din..

peygamber...

o kadar yıl..

insan...

canlı...

nedir ki tanrı?

her daim kendisine biat edilmesini arzulayan şımarık bir zengin çocuğu siluletinden başka...

4 Aralık 2009 Cuma

aidiyet cehennemi


#
her şeyi denersin;

enstrüman çalarsın, bir süre götürür seni bu, sonra edebiyata ilgi duyarsın, o da bir süre götürür seni, duydukların hissettiklerinden daha anlamsız geldiğinde bırakırsın onu , farkedersin.

yanılırsın.

ülkeni seversin.

ayırırlar. vazgeçersin

aile dersin. ne onlarla yapabilirsin ne onlarsız. karmaşıklaşırsın.

kaçarsın.

yazarsın. kelimelerin hepimize yetmeyeceğini düşünen puştlar iştahını öldürür.

bırakırsın.

gidersin.

gelmek istersin . olduğun yerde kalırsın.

donuk bir adam olur çıkarsın sonunda.

sevemezsin. sevilemezsin.

tanrıyı da denersin.

göremezsin. hissedemezsin.

ait olamazsın bir türlü. hissedemezsin.

hissettiğin tek bir şey vardır..

o da ölmek için doğduğunu biliyor olmandır.

nefret bile edemezsin.

kaçarsın.

sürüklenirsin....

ama denersin.

yurdumu milletimi özümden çok sevmek


sabah saat 8. ayazlı bir hava. 8 yaşında bir çocuk bir ritüelini dile getiriyor . andımızı okuyor. zorla. sabah saat 8'de söylemesi gereken en son şeyi söylüyor.

yurdunu milletini özünden çok seviyor çocuk. kendisinin isteği dışında. ona bu bellettiriliyor. sabahın 8'nde.

ona belki oyun gibi geliyor. yerden yüksek gibi bir şey bu.


birey dediğin de budur zaten. devlet , kendisini daha çok sevmeni istiyor senden. bu bir kadın değil. devlet. ne kokusu var ne ruhu...

öz dediğin de budur zaten. özgüven noksanı, militarist bünyeler.

sanırsın ki antik roma'dasın... yahur sparta'da da bir yerdesin...

ama sene 2009.... türkiye'desin...