31 Mart 2010 Çarşamba

voyage au bout de la nuit


türkçesi gecenin sonuna yolculuk. yazarı fransızlardan louis-ferdinand celine.

bukowski'nin pulp'nı okurken sıkca rastladığım bir isimdi louis-ferdinand celine, sonunda dayanamadık gittik en baba kitabı denilen ve baya da bi kalın olan bu kitabı tedarik ediverdik. eskişehir'de o zamanlar yeni açılan kahve dünya'sında hemen ilk yüz sayfasını okuyuverdik. bana çok karikatür gelirdi böyle umuma açık yerlerde kitap okumak fakat kitaba göz atardım hep bir iki sayfa. ne olduğunu anlamadan 100'ü devirmiştim bi anda ki etraf da o kadar sessiz sayılmazdı.

celine denen bu amcanın fransız edebiyatında şöyle bir ehemmiyeti var anlatalım kısaca; fransız edebiyatına argo dilini yükleyen, nahoş ve keskin diliyle milleti ilk çıktığı zamanlarda baya bir geren bir kişiymiş. bu yüzden yazıları sıkmıyor insanı. akıp gidiyor bi anda. günlük konuşma diliyle yazıyor zira. ki bu fransızlar için edebiyatta kilometre bir taşıdır.

kitabın içeriği ise ikinci dünya savaşı sırasında nihilist bir fransız doktorun - yani celine'in ta kendisinin- başından geçenlerle, düşündükleriyle ilintili. savaşın hiçbirşeye varan bir denklemler kümesini anlatmasıyla şahsımda on numara bi yer işgal etmiş, hemen hemen her bir cümlesi quote niteliğinde bir kitaptır.

bukowski'ni de yazı stilini belirlemesinde önemli bir konumu vardır bu kitabın ve celine'in anlatım dilinin. çok etkilenmiştir buk celine'den. hatta celine'i gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri olarak gördüğünü de sıkça ifade etmiştir.

son olarak; 2008 yılının şubat ayında fonda leonard cohen'ın essential albümünü dinleyerek bitirmiştim bu kitabı diyerek bağlayayım olayı.

erkeğin orospusu


"hayatta önemli olan, her şey hakkında önyargıya varabilmektir. çünkü görüldüğü gibi topluluklar haksız ve kişiler her zaman haklıdır. her hangi bir yaşama kuralı çıkarmamalı bundan: kurallar deyim şekline dönüşmeden bile bağlanılacak güçte olmalıdır. var olan iki şeydir aslında: biri her şekilde ve bütün kızlarla sevişmek, öteki de new orleans ya da duke ellington'un müziği. geri kalan her şey kaybolmalıdır."

***********

"... çünkü geri kalan her şey çirkindir ve şu bir kaç sayfa da bunu doğrulamak için yazılmıştır. güçlüdür, çünkü yaşanmış bir olayı anlatır. yaşanmış bir olaydır çünkü baştan sonuna kadar ben düşündüm bunu. gerçeğin ısıtılmış ve eğimli bir atmosfer içinde düzensiz kıvrımları ve büklümleri olan bir yüzey üzerine yansıtılması yoluyla elde edilmiştir. görüyorsunuz ya, hiç de açıklamakta sakınca görmediğim bir yol, eğer yol varsa."

*********

hedonist bir serseri, hep kazanan loser, özentilik eşiği bir erkeğin orospusudur boris vian.

25 Mart 2010 Perşembe

franz ferdinand


indie rock ile olan muhabbetimiz eskiye dayanır. eski dediysek 3-5 sene falan işte. bayadır tom waits, leoanard cohen ve morphine gibi ağır abilerle takıldığım için ve ağır kış koşulları da bir türlü bitmediğinden bu eğlenceli müzik türüne dönemedik.

neyse ki bahar geldi yaz geldi biz de bi sevindirik olduk. ritmler olsun dedik artık hayatımızda, hoplayalım, zıplayalım modlarına bürünelim istedik. derken franz ferdinand ile tanıştık. bi baktık ne görelim eleamanlar gayet iyi. hatta çok iyi. melodi olayında aşmış baya baya sarkastik takılan çocuklar. hemen radarımıza girdiler. take me out ile aslında 2004'te patlamışlardı -2007 rock'n coke tanıtım şarkısı- o vakitler üstüne gitmemiştik fazla ama ikinci albüm tesadüf olasılığını ortadan kaldırır cinstendi cidden. şöyle bir diskografileri var ve kalın çizgiler bizim beğendiğimiz şarkıları yansıtmakta.

2004 aynı adlı debut albümleri

1. jacqueline
2. tell her tonight
3. take me out
4. the dark of the matinee
5. auf achse
6. cheating on you
7. this fire
8. darts of pleasure
9. michael
10. come on home
11. 40 ft

2005 you could have it so much better

1. The Fallen - 3:42
2. Do You Want To - 3:38
3. This Boy - 2:21
4. Walk Away - 3:36
5. Evil and a Heathen - 2:05
6. You're the Reason I'm Leaving - 2:47
7. Eleanor Put Your Boots On - 2:49
8. Well That Was Easy - 3:02
9. What You Meant - 3:24
10. I'm Your Villain - 4:03
11. You Could Have It So Much Better - 2:41
12. Fade Together - 3:03
13. Outsiders - 4:02

2008 tonight

1. "Ulysses"
2. "Turn It On"
3. "No You Girls"
4. "Send Him Away"
5. "Twilight Omens"
6. "Bite Hard"
7. "What She Came For"
8. "Live Alone"
9. "Can't Stop Feeling"
10. "Lucid Dreams"
11. "Dream Again"
12. "Katherine Kiss Me"

the tudors


2010'a henüz girdiğimiz zamanlarda günde 5 bölüm izleyerek 3 sezonunu izlediğim bir tarih dizisi. yer: ingiltere. zaman: viii henry dönemi 14 yüzyıl ortaları.


tarih denen gereksizliği neden bu kadar çok sevdiğimi anlayabilmiş değilim. olan olmuş biten bitmiş. izliyorsun, okuyorsun. ne olmuş ne bitmiş diye merak ederekten.. ama her şey bitmiş esasında. üstelik o lanet tarhi sana o zamanları kafanda kurmanı da zorluyor. hayal falan ediyorsun, bazen kendini oralara götürüyorsun filan. tamamen bir beyhudelik. ama seviyoruz işte.

sayısal derslerden nefret etmemden ötürüdür zaten bu tarihti, coğrafyaydı, sosyal bilimlerdi gibi şeylere merak salmam. neyse çok uzattık..

dizi belirttiğimiz üzre ingiltere'nin en acayip dönemini ele alıyor. tudors hanedanlığını ve dolayısıyla sekizinci henry dönemini. bu henry denen amcamız, sekskolik, paranoyak ve git-gel'ler ile dolu bi insan özünde. kendisine erkek çocuk veremeyen kraliçeden ayrılmak ister, kilise izin vermez o da anglikan kilisesini kurarak anne boleyn ile evlenir ve olaylar gelişir.

sarıyor vallahi. erotik sahneler on numara. çekimler irlanda'da. jonathan rhys meyers harika bir orospu çocuğu ve 4.sezon başladı. şimdilik bu kadar abicim.

match point


2005 yılına ait en güzel filmlerden biri diyebilirim. ilk izlediğim anı hala unutabilmiş değilim açıkcası. woody allen'dan salvo üstüne salvo yemiştim.

hakikaten seviyorum woody allen sinemasını. garip bir dokusu var. çoğunlukla kara mizah. gülümserken hüzünlendirme eşiği falan. match point'de aynen öyle. çok sağlam bir matematiği olan, muhteşem diyalogların olmadığı ama sekanslarının bütünlüğüyle ve geçişleriyle darmadağın eden bir film.

bi de scarlett johansson faktörü var tabii. onun woody allen ile birlikte yükleşinin başladığı filmdir match point. ama onun dışında jonathan rhys meyers diye bi adam var ki.. öyle böyle değil... o nasıl bakıştır arkadaşım, nasıl bir yürüyüştür...pis herif.

17 Mart 2010 Çarşamba

12 Mart 2010 Cuma

çamur


"bilemiyorum. otuz yıl önceydi belki. kentin birinde bir yerlerde yürüyordum ve sabahın beşiydi. gecenin bir yerinde kahkaha ve eğlence son bulmuştu ve ben birinden ya da birilerinden dayak yemiş ve bitkin vaziyette yürüyordum. üstüm başım paralanmıştı, yüzüm kan içindeydi, bir şeylerin durmadan damladığını hissedebiiyordum... fazla acı yoktu... sarhoş ve şaşkınlık içindeydim hala... arada sırada öğürüyor, midemden hiçlik fışkırıyordu o muhteşem sabah güneşine karşı... cüzdanım gitmişti tabi ki. yine. odama ulaşmaya çalışıyordum aslında. yolumu şaşırmıştım, ne tarafta olduğunu bilemiyordum, hangi kentte olduğumu bile bilemiyordum. ama bir yerlerde 3-4 günlük kirası ödenmiş bir odam olduğunu biliyordum ve gidebileceğim tek yerdi o oda, tek evrenim. o odayı bulursam hayatta kalabilecektim. yoksa ölecektim. öyle hissediyordum. ölmek umrumda değildi, ama daha rahat bir ölüm arayışı içindeydim, kiralık bir halıyı ezberlerken mesela, kapımın önünden geçen birinin ayak sesleri eşliğinde. tamam, aptalca, ama ayaklarının tabanları sızlıyorsa ve her şey kırık sesler misali tıngırdayıp tıngırdıyorsa yapmak istediğin tek şey ölünebilecek iyi bir köşe bulmaya çalışmaktır. hayvanlar yapar bunu. yaralı kediler. kuşlar. balıklar. insanlar bile.

odamın nerede olduğunu sezgilerimle bulmaya çalışarak yürüyordum. ya philadelphia 'ydı ya da kansas city . sessiz sabahta itekliyordum kendimi. sonra bir şey duydum. benim ayak seslerimi andıran ayak sesleri. adamın teki caddenin tam ortasında batı yönüne yürüyordu. pazar sabahıydı ve tek bir araç bile yoktu caddede. cadde adamın ayakkabılarının asfaltta çıkardığı rasgele, beceriksiz, çaresiz sürtme seslerinin sışında sessizdi. bana doğru geldi ve içimden tanrım, işte bende daha kötü durumda zavallı, diye geçirdim. nasıl olabilir? bir numaralı intihar adayı ben değil miydim, kendimi türlü cehennemlere sokmuş ölümün üzerine çullanmıştım.... ve şimdi bu adam çıkıştı karşıma... oyunu benden çalmaya yelteniyordu... adama yaklaştıkça...güneş yükseliyordu.... yaralı yüzünü gördüm ve daha kötüsü... gözünün tekinin sallandığını gördüm.... göz çukurundan fırlamış ince bir lifin ucunda ileri geri sallanıyordu... bir sarkaç... ona yardım etmek zorundaydım.

ama midem bulandı. beyaz bir kasırga patladı beynimde. o anda bir korkak olduğumu anladım . o kadar olanaksızca korkunç bir görünümü vardı ki ona bunu yapanların değil de onun korkunç olduğunu düşündüm. aaıl canavar bunu ona yapanlar değil de oymuş gibi. ona bunu yapanlar öçlerini almanın rahatlığıyla horluyorlardı karılarının yanında. daha da kötüsü, pek bir şey hissetmeden. ama adam karşımdaydı, gözü sallanıyordu. yanımdan geçip gitmesine izin verdim. arkamda acınası ayak seslerini dinleyerek yürüdüm.

sen de berbat durumdasın, ona yardım edecek halde değildin, diye düşünerek kendimi ahatlatmaya çalıştım. sabah güneşinde yürüyen bir korkaktım. kendimden nefret ediyordum ama değişemezdim.

yürüdüm ve yürüdüm ve yürüdüm ve sonunda odamın bulunduğu pansiyona vardım. içeri girip ikinci kata çıktım ve kendimi yatağa fırlattım. güvenli bir yerdeydim, bir süre için. ucuz kozamın içindeydim. ama uyuyamadım. hristiyan ahlakı filan rahatsız etmiyordu beni. nietzsche gibi hissetmiştim kendimi hep, iyiliğin ve kötülüğün ötesinde. yetmedi ama. bir hiçten başka bir şey değildim. Şefkatim yoktu, gerçekliğim yoktu. bir blöftüm . müdahale gerektiğinde kaçıyordum. koftum. orada uzanıp iyi bir insan olmadığımı idrak etmekten başka bir şey gelmiyordu elimden. sahtekarın tekiydim. numaracı. cesaretim yoktu.

gözü sallanan o zavallı orospu çocuğunu düşünerek 3-4 gün yattım o yatakta.

sonunda kalkıp her şey yolundaymış gibi yaptım ve hayata döndüm. bir tek ben bilecektim.

ama emin olduğum bir şey varsa o da göründüğüm gibi olmadığımdı. ve ne kadar az numara yaparsam ölümün pençesine doğru o kadar hızlı gidecektim. asıl mesele de buydu zaten. sabahları ayakkabılarını her giydiğinde, bir bardak su içtiğinde, arabanın kontak anahtarını çevirip duymak istediğini duymayı beklediğinde.

lanet olsun, onun benden sonra gören aklı başında biri yapılması gerekeni yapmıştır muhtemelen."