25 Kasım 2009 Çarşamba

tanrı

olumsuz bir figürdür hep benim için.

kapılarını kilitleyip trip atan bir hatun gibidir.

bi ara birisi tanrıya inanıp inanmadığımı sormuştu

ezik bir cevap vermiştim

ama ne olduğunu hatırlamıyorum

bu kadar basit yani

ya inanırsın ya inanmazsın öyle mi?

hayır.

tanrının varlığı beni rahatsız ediyor nedense.

inanasım var ama... işe yarayacağından emin değilim

üstelik

açmıyor kilitlerini...

üstelik bir tane de yok ki kendisinden

5'nde babandır tanrı

10'unda öğretmenin

20'sinde sevgilin

30'unda fuck buddy'in

40'ında yalnızlığın...


üstelik düşünsene moruk: 6 milyar insan var lan. afrikalılar var. hristiyanlar var müslimler var, taylandlılar var, budistler var, adı olmayanlar var.. mevzudan uzak olan milyonlarcası var..

tanrının beni izlemesi çok mantıksız geliyor bana...

teknolojik olarak ne kadar mümkün olsa da ...

bilmiyorum kafam çok karışık...

sıcak bir bira ve bazen

her şeyden bu kadar hızlıca sıkılmanın

deliliğe işaretten başka bir manası yok

yağmur bile sıkıcı olabiliyor bazen

bazen kadınlar

bazen arkadaşlar

televizyonu hiç saymıyorum

eski ihtişamını kaybeden radyolar

bazen elde ettiklerin

bazen edemediklerin

hayatıma yön vermem tam bu anda başlamıştı

elde edemediklerim...

bir ara o kadar elde edemiyordum ki

sıkılmıştım artık kaybetmekten

her şey böyle başlamıştı.

buzdolabı ağzına kadar bira doluydu

ama biralar sıcaktı.

öyle geliyordu ya da.

23 Kasım 2009 Pazartesi

nalan

- seni seviyorum nalan

+ ama ben özelleştirmeye karşıyım

- ortalık malı nalan.

21 Kasım 2009 Cumartesi

uyku...

uyumak istemiyordum

uyumak ölmekten daha beterdi

sabah yine baştan başlamak

akşam yine uyumayı istememek

bir gece bir an

güçlü bir tuhaflıktır yalnızlık

kötü bir şanstır yalnızlık

sokağın birinde geceyarısında karşılaştığın bir köpektir yalnızlıktır

korku verir bazen

güçlü bir zehirdir

çoğu zaman acı verendir

çoğu zaman kötü bir mutluluk

tanrılar bile anlayamaz

gücü yetmez

kalemler kırılır

bir tek sen varsındır

bir tek sen

acı bir içki

kahkahalar eşiğinde bir kadın

kırmızı bir ruj kadar ateşli

bir o kadar ruhsuz

bir o kadar tutkulu

insan yetinmiyor hiçbir şeyle

yetinemiyor

yalnızlık tek tanrısı olmuşsa şayet

şayet tanrısı bir duvar bir sigara dumanı ise

insan sevemiyor hiçbir şeyi

her şey ölümüne anlamsızken....

16 Kasım 2009 Pazartesi

değildir bu dünya erkeklere göre

insanı mutsuz eden bir gerçek.

erkeklere göre değil bu dünya. bunu 1 saniyeliğine düşündüğünde bile anlayabiliyor insan. peki çok mu önemli bu dünyanın kime daha fazla yakışması? elbette değil. konu o değil. konu bu durumun erkekleri mutsuz yapması. özünü mutsuz yapması.

gecenin 3'nde çıldırıp saçmalıyor da olabilir bu bünye iddialı bir genellemeyle. ama konu bu da değil. konu bu dünyaya özü mutsuz bir şekilde gelen erkekler.

kadınlara daha fazla yakışıyor zira bu dünya. dünyanın cinsiyeti olsaydı kesinlikle kadın olurdu zaten. bizler bu işi bilmiyoruz, ne giyinmeyi, ne çekici olabilmeyi başarabiliyoruz. ne bir kadın gibi poker suratına sahibiz, ne de gerektiğinde susup, gerektiğinde konuşmayı biliriz. erkek dediğinin egosu, düzüşmek ile itibar arasında gidip gelir. o anlarda kıçına çakıl taşı bile sokabilirsiniz erkeğin, o kadar şartlanmıştır çevreden becerileri için ilham almayı.

bok gibi de samimilerdir hani, bok gibi de düşündüklerini söylerler, bok gibi de adarlar kendilerini bir kadın için, bir ülke için...

kadınlar öyle midir peki?

dünya gibidirler. hayatın güzelliklerinden biraz haz almana izin verirler, önce beleş verirler afyonu mideye, sonra bedel isterler. biri ruhunu ele geçirir biri bedenini.

ikisi de ateşe atar insanı, bazen çukura..

kadınlar delidir. aynı dünya gibi.

dünya kadınlarındır.

erkek hep çalışır, kadın çalışma hakkı elde etmek için yüzyıllarca mücadele verip, sonra da zengin koca isteyip rahata ermek ister. bunu erkek yaptığında jigolo olur. adamdan sayılmaz. erkek zanneder hep. zannettirilir.

kadınlar sinsidir.

güzel dudakları, şehvetli memeleri, can alıcı bacakları vardır. insanın içine işlerler.

erkek kendine magnum bile yapsa, onları aşamaz. erkek sefildir. gariptir. yetimdir.

değildir bu dünya erkeklere göre. bu dünya onların dünyası değildir. bu dünya onlara göre değildir.

14 Kasım 2009 Cumartesi

bütün ilişkilerin aynı olduğu gerçeği

başlık eminim sakat oldu. hangi ilişki olduğu muğlak. ama hayvanlar ve bitkiler dünyası beni pek ilgilendirmediğinden bu elbetteki, kadın erkek ilişkisi.

son zamanlarda farkettiğim bir gerçek bu. benim gözlerimin gerçeği tabi. ( yazar burda öznelliğe vurgu yapmakta)

bir çok kız arkadaşıma bakarak farkettim bunu. kız biriyle çıkıyordu bi ara, mutlu mesut idi. heyecanlı idi ilk başlarda. sonra ilişki alevlendi de alevlendi. birbirleri için yapamayacakları şey yok noktasına geldi. birbiri ardına fedakarlıklar, aileye türlü yalanlar, aşk için her şeyi yapma safhası falan. baya da bi sürdü. sonra bizim osmanlının duraklama dönemi gibi bir sürece sürüklendi. daha sonra küçük kaynarca anlaşmasıyla gerileme sürecine girdi kapitülasyonlar bir türlü dindirilemedi ve en sonunda da dağıldı.

günlerce gözyaşı döküldü. kızı teselli etmek durumunda kaldığımız için erkek olana ben ver arkadaşlarım paso sövüp durduk. dedik bu kız kesin intihar falan eder. bu süre zarfında demet akalın'dan, yıldız tilbe'ye, gülşen'den kutsi'ye kadar her türlü ayrılık ve eski sevgliye nispet temalı şarkılar dinlenildi. ( arabesk arşivim hangi arkadaşım ayrılırsa sevgilisinden o vakit genişliyor yahu)

sonra kız kendi içinde türkiye cumhuriyeti devletini kurdu. önce tekke ve zaviyeleri kapattı, sonra kafasından türbanı çıkardı ve tekrar eski günlerine dönmek için demir aldı zamandan. ( yazar burda illa yahya kemal abisine selam çakacak)

birini buldu sonra. onla hayata tekrar döndüm dedi. yine ilk başlardaki gibi bir heyecan haiz oldu kıza. ilk önce eller tutuldu, sonra dudaklar birleşti. sonrası aynı işte. kişiler farklı, yüzler farklı ama alınan hediyeler, sevgileri gösterme biçimleri, yaşanılan şeyler hep aynı.

ortalama bir türkün kadın erkek ilişkisi hep aynı.

kız sonra ondan da ayrıldı. bir türlü kendine gelemedi. ne öldü ne yaşadı. ama kız olduğu için gurur duydu kendiyle, sanki bunu kendi istemiş gibi.

tıpkı türkiye gibi.

13 Kasım 2009 Cuma

stirkoff

-Otur Stirkoff.
+sağolun, efendim.
-ayaklarını uzatabilirsin.
+çok lütufkarsınız, efendim.
-Stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar -yazıyorsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de. doğru mu bu, Stirkoff?
+evet, efendim.
-dünyada geniş anlamda adalet sağlanabilir mi sence?
+hiç sanmam, efendim.
-öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini kötü mü hissediyorsun?
+son zamanlarda pek iyi değilim, efendim. delirdiğimi düşünüyorum.
-fazlaca mı içiyorsun, Stirkoff?
+elbette, efendim.
-çükünle oynar mısın?
+sürekli, efendim.
-nasıl?
+anlayamadım, efendim?
-yani nasıl bir yöntem uygularsın?
+dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. müzik olarak da Vaughn Williams ya da Darius Milhaud yeğlerim.
-cam mı?
+hayır am.
-yahu vazoyu soruyorum, cam mı?
+değil, efendim.
-hiç evlendin mi?
+birkaç kez.
-evliliklerinde ters giden neydi, Stirkoff?
+her şey, efendim.
-hayatının en iyi sevişmesini anlat.
+dört-beş çiğ yumurta ile yarım kilo kıymayı…
-tamam, tamam!
+öyledir, efendim.
-daha iyi ve adil bir düzen özleminin aslında çürümeden ve başarısızlık duygusundan kaynaklandığının farkında mısın?
+evet, efendim.
-baban kötü bir insan mıydı?
+bilmiyorum, efendim.
-ne demek bilmiyorum?
+yani kıyaslamak güç, efendim. sadece bir babam oldu.
-benimle kafa mı buluyorsun, Stirkoff.
+hayır, efendim: dediğiniz gibi, adalet yoktur.
-baban seni döver miydi?
+sıra ile döverlerdi, efendim.
-hani bir baban vardı?
+herkesin bir babası vardır, efendim. ben annemi kastetmiştim. o da kendi payına döverdi.
-seni sever miydi?
+kendinin bir uzantısı olarak, evet.
-sevgi başka nedir ki?
+iyi bir şeye değer verecek kadar sağduyulu olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu ya da üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek de sevilebilir.
-tereyağlı kızarmış ekmeğe AŞIK olabileceğini mi söylüyorsun, Stirkoff?
+her zaman değil, efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken belki. aşk habersiz gelir gider.
-bir insanı sevmek mümkün mü sence?
+iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden seyretmeyi severim.
-sen bir korkaksın, Stirkoff.
+kesinlikle, efendim.
-nedir senin korkak tanımın?
+bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden kimse.
-peki cesur kime denir?
+aslanın ne olduğunu bilmeyene.
-herkes bilir aslanın ne olduğunu.
+herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır, efendim.
-budala tanımın nedir?
+zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan kimse.
-bilge diye kime denir o zaman?
+bilge insan yoktur, efendim.
-öyleyse budala da yoktur. gece olmazsa gündüz olmaz. siyah olmazsa beyaz olmaz.
+özür dilerim, efendim. ben her şeyin neyse o olduğu kanısındayım. başka şeylere bağımlı olmaksızın.
-o dar ağızlı vazolara fazla girip çıkmışsın sen, Stirkoff. her şeyin zaten olması gerektiği gibi olduğunu anlamıyor musun? yanlış diye bir şey yoktur.
+anlıyorum, efendim. olan olmuştur.
-kelleni vurdursam ne dersin?
+bir şey diyemem, efendim.
-demek istediğim şu: kelleni vurdursam ben İRADE sense HİÇ olursun.
+başka bir şey olurdum, efendim.
-benim SEÇİMİM doğrultusunda.
+ikimizin de, efendim.
-et! rahat et! uzat ayaklarını.
+çok lütufkarsınız, efendim.
-hayır, ikimiz de lütufkarız.
+elbette, efendim.
-demek delirdiğini hissediyorsun, Stirkoff? peki delirdiğini hissettiğin zaman ne yaparsın?
+şiir yazarım.
-şiir delilik midir?
+şiir olmayan her şey deliliktir.
-yani.
+çirkinlik deliliktir.
-çirkin nedir?
+kişiye göre değişir.
-delilik gerekli midir?
+vardır.
-gerekli midir?
+bilmiyorum, efendim.
-çok şey biliyormuş havalarındasın, Stirkoff. bilgi nedir?
+mümkün olduğunca az şey bilmektir
-ne demek o?
+bilmiyorum, efendim?
-köprü inşa edebilir misin?
+hayır.
-silah üretebilir misin?
+hayır.
-ikisi de bilgi ürünüdür.
+köprü köprüdür. silah da silah.
-kelleni vurduracağım, Stirkoff.
+sağolun, efendim.
-niye?
+beni motive ettiğiniz için. motivasyon sıkıntısı çekiyorum, efendim.
-ben ADALET'im.
+belki.
-Ben ÜSTÜN'üm. işkenceye yatıracağım seni. çığlıklar atacaksın. ölümünü dileneceksin.
+şüphesiz efendim.
-ben senin efendinim, anlamıyor musun?
+beni yönetebilirsiniz. ama yapacağınız şeyler yapılabilir şeyler olmaktan öteye gitmeyecektir.
-zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.
+sanmıyorum, efendim.
-bana bak. Darius Milhaud, Vaughn Williams dinlemek de ne oluyor? Beatles'ı duymadın mı?
+onları herkes bilir, efendim.
-onları sevmez misin?
+onlardan nefret etmem.
-nefret ettiğin bir şarkıcı var mı?
+şarkıcılardan nefret edilmez.
-şarkı söylemeye çalışan birinden?
+Frank Sinatra.
-neden?
+hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.
-gazete okur musun?
+sadece bir gazete.
-hangisi?
+AÇIK KENT.
-GARDİYAN! BU ADAMI İŞKENCE ODASINA GÖTÜRÜN. HEMEN İŞKENCEYE BAŞLAYIN!
+efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?
-evet.
+vazomu yanıma alabilir miyim?
-hayır, bana lazım.
+efendim?
-el koyuyorum. zapta geçsin. gardiyan bu sersemi derhal götür! ve bana biraz şey getir…
+ne, efendim?
-altı yumurta ile yarım kilo kıyma.
gardiyan mahkümu dışarı çıkarır. kral öne eğilip düğmeye basar. Vaughn Williams çalmaya başlar teypte. bitli bir köpek güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder.

mavi kuş

insanı battaniye gibi saran sıcacık bir şiir.



bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama ben ondan güçlüyüm, kal,
diyorum ona, kimsenin
seni görmesine izin veremem.

bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama viski döküyorum üstüne
sigara dumanına
boğuyorum,
fahişeler, barmenler ve
bakkal çırakları hiçbir zaman
bilmiyorlar onun orada
olduğunu.

bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama ben ondan güçlüyüm,
yat lan aşağı, diyorum ona,
ocağıma incir dikmek mi
niyetin? Avrupa'daki kitap
satışlarını sabote etmek mi?

bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama zekiyim, sadece
geceleri izin veriyorum çıkmasına,
herkes yattıktan sonra.
orada olduğunu biliyorum, derim
ona, kederlenme
artık.

sonra yerine koyarım yine
ama hafifçe öter
tamamen ölmesine de izin
vermiyorum
ve birlikte uyuyoruz
gizli antlaşmamızla
ve insanı ağlatacak kadar
güzel, ama ben
ağlamam, ya
siz?

gregory house


6. sezona da bomba gibi başladı .

ilk önce akıl hastanesinden kurtulmayı başardı sonra biraz ehlileşti, yemek yaparak mutlu olmaya çalıştı,- en azından denedi- , sonra cuddy'ye aşık olmak istedi ve artık halüsinasyonlarından tamamiyle kurtuldu.


tv tarihinin en çarpıcı karakteri yahu. 6 sezondur olmamış denilen bölümü yok.


ben bu adamın 4. sezonda babasının öldüğü bölümdeki mimiklerini ve wilson'a dediği repliğini hala unutamıyorum. her yeni bölümde bile o an canlanıyor gözümde.

topallayarak babasının naaşından ayrılırken, kilise kapısında '' babam öldü'' derken wilson'a baktığı yağmurda ıslanmış köpek bakışından bahsediyorum.

inanılmazdı. gerçekten yakınını kaybetmiş biri gibi bir hissiyat yaratıp ölümü n yarattığı tahribatı resmen bir iki saniyeyle özet geçmişti.

adamsın house.

dexter morgan


michael c. hall tarafından canlandırılan bir anti- kahraman. sosyopat bir seri katil. ama özünde iyi bir insan.


bu dizinin yani dexter'ın cast'ını kim yaptıysa ellerinden öpmek istiyorum. özellikle dexter karakteri için bu herif müthiş bir seçim olmuş. adamın acayip bir tipi var. acayip derecede kendine has, çok farklı, tanımlaması zor. ama bir seri katil için mükemmel bir tip doğrusu. bunda herifin bu karakteri inanılmaz derecede iyi oynamasının da rolü var tabi.


dexter morgan dediğimiz gibi bir seri katil. kan uzmanı. evlatlık biri. polis babası tarafından yetiştirilen daha doğrusu bu vahşi ruhuyla yaşaması kendisine öğretilen bir tip. seri katil dedik ama bilindiklerden değil. suçlu olduğuna inandığı ve adaletten bir şekilde kaçanları bulup doğruyor diri diri. ve bunu yaparken orgazm tadında zevk alıyor. adamın içinde önlenemez bir öldürme duygusu var.

aynı zamanda evli ( 4.sezon itibariyle) hatta çocuklu. bi tanesi öz çocuğu diğer ikisi ise rita denen geyik gözlü hatununun eski kocasından olmak üzere 3 çocuk sahibi.

hayatını normalleştirmek için evlenen. avına geceleri çıkan. teknesinden ölülerini fırlatan biri.

gelmiş geçmiş en iyi anti kahramanlardan. insanın etik denen şeyle imtihanını sınayan bir kahraman.

ağır hastasıyım.

12 Kasım 2009 Perşembe

tamam yavrum meteliğimiz yok ama yağmurumuz var


sera etkisi deyin ne derseniz deyin
eskisi gibi yağmıyor işte yağmur.
özellikle büyük kriz zamanındaki
yağmurlar geliyor aklıma.
kuruş para yoktu ama bolbol
yağmur vardı.
öyle bir gece veya bir gün
değil,
7 gün ve 7 gece
YAĞARDI
ve Los Angeles'in yağmur ızgaraları
bu kadar çok yağmuru emebilecek
şekilde yapılmamıştı
ve yağmur KALIN
ve KARARLI
ve DÜZENLi yağardı
ve damlaların çatılara çarpışını
oradan da oluk oluk
toprağa akışını DUYARDINIZ
ve DOLU,
büyük BUZDAN KAYALAR
patlayan
oraya buraya saçılan havada uçuşan;
ve yağmur
kısaca
DURMAZDI
ve bütün çatılar akardı -
evin her tarafına
tencereler,
kapkacaklar serilir
TIP TIP sesleri bütün eve yayılırdı;
ve kaplar boşaltılır,
boşaltılır
ve tekrar boşaltılırdı.
kaldırımların üstünden geçerdi yağmur,
bahçelerin içinden; ve merdivenleri tırmanıp
evlere girerdi.
el bezleri vardı, banyo havluları,
ve yağmur genelde
tuvaletlerden girerdi: köpüre köpüre, kahverengi, küçük girdaplarla
ve külüstür arabalarla dolu olurdu sokaklar
güneşli bir günde
marş basmayan arabalarla,
ve işsiz adamlar
sanki canlılarmış gibi duran o eski arabaların
can çekişmelerine bakarlardı
pencereleri önünden;
işsizler,
yenik bir zamanın yenik insanları
hapsolurdu evlerine
karıları ve çocukları
ve kedi köpekleriyle.
kediler ve köpekler
dışarı çıkmamak için diretir
evin garip garip yerlerine
pisliklerini bırakırlardı.
işsiz adamlar
bir zamanlar güzel olan karılarıyla
evde tıkılıp kalmış olmaktan
çıldırırlardı.
korkunç tartışmalar yaşanırdı
haciz ihtar mektupları
kondukça posta kutularına.
yağmur ve dolu, bezelye kutuları,
yavan ekmekler; kızarmış
yumurta, rafadan yumurta, haslanmış
yumurta; fıstık ezmesi
sandviçleri, ve her tencerede
görünmez bir tavuk.
babam, kesinlikle iyi biri olmayan babam
her yağmurda, en iyi ihtimalle,
annemi döverdi,
kendimi üzerlerine atardım,
bacaklar, dizler,
çığlıklar
ta ki
birbirlerinden
ayrılana kadar.
"Gebertic'em seni, " bağırırdım "Bi' kez
daha vurursan ona öldürürüm seni!"
"Çabuk bu orospu çocu'unu
çıkar burdan!"
"hayır, Henri, annenin
yanında kal!"
evet, bütün evler kuşatma altındaydı
fakat sanırım bizim evdeki dehşet
ortalamanın üstündeydi.
ve geceleri
uyumaya çalıştığımızda
yağmur yağmaya devam ederdi
ve karanlıkta
suların odama girmemesi için
cesurca direnen penceremden
ayın yağmur sularıyla bulanık
görüntüsünü seyrederken
Nuh'u hayal ederek
ve Gemisini
tekrar oluyor galiba
diye düşünürdüm.
hepimiz düşünürdük
bunu.
ve sonra, birdenbire,
dinerdi yağmur.
galiba hep
sabaha doğru
5, 6 sularında dinerdi,
huzur çökerdi her yere,
ama tam bir sessizlik değil
çünkü hala devam ederdi
tip
tip
tip
sesleri
ve sonra sis ve duman
dağılırdı
ve sabah 8'de
gözleri kamaştıran sapsarı bir güneşışığı
düşerdi yeryüzüne,
Van Gogh sarısı -
çılgın, köredici!
ve ardından
sağanaktan kurtulan
çatı olukları
güneş altında
genleşmeye başlardı:
PENG!PENG!PENG!
ve herkes kalkıp dışarı bakardı
hala yağmuru içine çeken
bahçeler
hiç bu kadar yeşil olmamış
bir yeşil içinde
ve kuşlar
bahçelerde
deli gibi cıvıldayan kuşlar,
7 gün 7 gecedir
yere konup da
adamakıllı bir şey yiyememiş
tohum yemekten
bıkmış kuşlar
solucanların
toprak üstüne çıkmasını beklerlerdi,
yarı boğulmuş solucanların.
kuşlar solucanları önce topraktan çekip
havaya kaldırır
sonra da midelerine indirirlerdi;
karatavuklar ve serçeler olurdu.
karatavuklar serçeleri uzaklaştırmaya
çalışır
ama serçeler,
açlıktan delirmiş,
daha küçük ve çabuk,
kendi paylarını
kotarırlardı.
erkekler verandada durur
sigaralarını içerlerdi,
şimdi kapı kapı dolaşıp
büyük olasılıkla hiç bir kapı ardında
bulamayacakları bir
iş arayacaklarının,
büyük olasılıkla çalışmayacak arabalarını
çalıştırmaya uğraşacaklarının
bilincinde.
ve bir zamanlar güzel olan
karıları
banyoya girer
saçlarını tarar,
makyajlarını yapar,
dünyalarını tekrar
biraraya getirmeye çalışırlardı,
onları saran korkunç mutsuzluğu
unutmaya çalışarak,
kahvaltı için
ne hazırlasam diye
telaşlanarak.
ve radyo
okulların
açıldığını söylerdi.
ve
ardından
işte ben
yine okul yolundaydım,
yollarda kocaman
su gölcükleri,
tepemde yeni bir dünya gibi
güneş,
evde annemler,
okula
zamanında vardım.
Bayan Sorenson bizi
"bugün tenefüs yok,
yerler çok ıslak"
diyerek karşıladı.
çocuklar "AOF"
bağırdı bir ağızdan.
"fakat tenefüs saatinde
çok farklı birşey
yapacağız," dedi,
"ve çok zevkli
bir şey!"
hepimiz merak ettik
bu çok zevkli şeyin
ne olduğunu
ve o iki saat
Bayan Sorenson
dersini anlatmaya
devam ederken
bir türlü geçmek bilmedi.
Küçük kızlara baktım,
çok tatlı ve temiz ve
dikkatli görünüyorlardı,
uslu ve dik
oturuyorlarken sıralarında
ve saçları
Kaliforniya
güneşi altında
çok güzeldi.
sonra tenefüs zili çaldı
ve hepimiz eğlenceyi
beklemeye koyulduk.
ardından Bayan Sorenson sınıfa seslendi:
"şimdi ne yapacağız
biliyor musunuz, birbirimize
yağmur sağanağı sırasında
neler yaptığımızı anlatacağız!
en ön sıradan başlayıp
arka sıralara doğru devam edeceğiz!
hadi Michael, sen başla!..."
ve hepimiz
hikayelerimizi
anlatmaya başladık, Michael başladı
ve herkes sırayla kalkıp devam etti,
ve sonra farkettik ki
hepimiz yalanlar söylüyorduk, tamamen
yalan sayılmaz ama
çoğunlugu yalandı
ve oğlanlardan bazıları pis pis
gülmeye başladığında kızlar onlara
kötü bakışlar fırlattı ve
Bayan Sorenson "tamam!" diye bağırdı
"tam bir sessizlik istiyorum!
Siz merak etmeseniz de
ben
neler yaptığınızı
öğrenmek istiyorum!"
böylece biz de hikayelerimize
devam ettik
ve hepsi de hikayeydi.
bir kız gökkuşağı
ilk çıktığında bir ucunda
Tanrı'nın yüzünü
gördügünü söyledi.
bir tek hangi ucu olduğunu söylemedi.
bir oğlan oltasını
pencereden sarkıtıp
bir balık yakalayıp
kedisini
beslediğini söyledi.
hemen hemen herkes
bir yalan uydurdu.
gerçek
fazla acı
ve utandırıcıydı.
sonra zil çaldı
ve tenefüs bitti.
"teşekkür ederim," dedi Bayan
Sorenson, "hepsi çok
hoştu.
yarına kadar
yerler
kurur ve
kullanılabilecek
hale gelir."
çocuklardan bir
gürültü koptu.
küçük kızlar
dimdik ve uslu
oturuyorlardı,
çok tatlı ve
temiz ve
dikkatli,
saçları dünyanın bir daha
asla göremeyeceği bir güneşin
ışıkları altında
çok güzel
görünüyordu.
ve...

10 Kasım 2009 Salı

oldboy


özgün ötesi muhteşem bir senaryo, muhteşem kareler, uzakdoğu insanının kırılgan yapısının ve ahlak anlayışının sadeliği, yönetmeninin hastalıklı bir ruh haline sahip oluşu, intikam duygusunun doruklarına çıkılması, oyunculukların olağanüstü oluşu ve insanı 2 saat içinde yerlerden yere vuran kurgusu.

işte oldboy. en kaba haliyle oldboy.


filmin üzerine az şey söyleyip çok şey anlatmak isterim. iki kişiye izlettirdim bu filmi. kafalarını patlatarak hem de. izleyin izleyin izleyin diyerekten. yanımda izlediler en sonunda. önyargıları vardı bir kore filmine. nedense ilk başlarda bu herkeste oluyor.

izlediler.

film bitti. kilitlendiler.

lan film nasıldı diyorum. cevap yok. adeta kilit oldular.

kendilerine geldiklerinde mevzuya nerden gireceklerini bilemiyorlardı.


filmin son 30 dakikası anlatılamaz. çünkü 30 dakikada sıkıcı bulduğun ilk yarıya dönüyorsun ve filmi izlerken tekrar izliyorsun geriden gelerek, düşünerek, vay amınakoyim diyerek.

insanı son 30 dakika acayip gerer bu yönüyle oldboy. o saniyelerde bok gibi hissedersin kendini.

bir film ancak bu kadar bir insanı ele geçirebilir.

tüm bunların dışında 2004 cannes özel jüri ödülünün de sahibidir.

izleyin. sıradan bir intikam filmi asla değil. intikamı yeniden yorumlayan bir filmdir. intikama yeni bir boyut kazandırandır. izleyin.

böyledir

günlerden beri gözüm seyiriyor. bilim insanları strese bağlı yorgunluk diyor buna. doğrudur, lakin stresli değilim, yorgun da değilim. onun dışında ellerim de ağrıyor. bir insanın eli ağrır mı lan! ağrıyor işte. tarif edileyemecek şekilde bir ağrı. az önce fark etttim dirseğim kanıyordu. hiç haberim yok. farkında olmamışım. hiç böyle bir şey olur mu peki , dirseğin kanıyor haberin olmuyor... tuhaf.

tuhaf şeyler olmakta. hiç unutkan biri değildim eskiden ben. en ufak detayı bile hatırlayacak gereksiz bir beynim vardı. olayları mevzuları unutmayan bir beyin. fakat artık çoğu şey aklımda kalmıyor. gün içinde yoğun bir şekilde düşündüğüm bir şey bile zamanla hafızamdan yitip gidiyor. zaman dediysek yıllar boyu değil. 3- 5 gün yeterli sebep.

her şeyin bir açıklaması bir nedeni vardır. nedensiz diye bir şey yoktur. insanlar genellikle sorduklarında bulacakları gerçekle yüzleşemeyeceklerinden '' nedensiz'' kabul ederler bazı şeyleri. yanlıştır tabi. vardır bir nedeni. ya bulmak istemezsin, ya bulamazsın ama vardır illa ki.

ben bulmak istemiyorum artık mesela. neden bunlar olmuş, neden unutkanlaşıyorum , neden elim ağırıyor, neden gözüm seyiriyor? bunlar neyin habercisi?

cevaplar artık hiç ilginç gelmemeye başladı.

vardır işte canım bir nedeni, bulduğunda kıçına buzlu badem mi sokacaksın? madalya mı takacaklar?

insanlara kitap okuyun, otu boku sorgulayın diye vaaz verenler halt etmişler bence. böylesi daha iyi yahu. var işte bir nedeni, orda duruyor, o orda sen burda, aranızdaki farkı ne kadar kapatmaya çalışırsan çalış o senden hep bir adım önde...

bahşedilen bu. inkar etmek yersiz.

neyse hayatın rutinliği devam etmekte son sürat. zaten öyle olmasaydı burda yazıyor olmazdım şu an.

o değilde eskişehir'deki 2 sene hayatımdan çok şey götürmüş onu anladım.

her şeyim var ama hiçbir şeyim yok.

8 Kasım 2009 Pazar

kısa bir hayata sığdırılanlar


aileyi kutsa
tanrıyı kutsa
peygamberi kutsa
dini kutsa
kadını kutsa
ahlakı kutsa
öğretmeni kutsa
ataları kutsa
bayrağı kutsa
vatanı kutsa
devleti kutsa
tabuları kutsa
toplumu kutsa
otoriteyi kutsa
bürokrasiyi kutsa
ideolojileri kutsa
sembolleri kutsa
anıtları kutsa
çekiçleri kutsa
parkaları kutsa
camileri kutsa
kaderi kutsa
ölümü kutsa


her şeyi ama her şeyi kutsa yeter ki sadece kendin dışarda kal ve dışarda kalarak her şeye müdahil olabileceğini sanarak her şeyi kutsa...

ankara'da yapılmaması gereken şeyler

halka açık yerlerde taraf gazetesi okumaktır efendim. özellikle çankaya taraflarında bu hareketi asla yapmayınız.

hava güzeldi geçen gün, bolca yağmur yağmış sonra güneş açmıştı. sabah uyandım gittim bir yere . kahve içip kuki yiyerek amerikan hayat tarzına tam tamına özeniyordum. taraf olmadan da olmazdı tabi bu. onu da aldım yanıma. bir de yıldırım türker aşkına radikal.

önce radikal'ı okudum. normaldi her şey. kimse benimle ilgilenmedi. sonra taraf'ı açtım okumaya başladım. mekan self servis. insanlar tepsilerle yanımdan geçiyor. gözleri gazeteme ilişiyor. tam sayfa açmışım. ntv olayı henüz bitmiş, tsk'nın cunta meselesi ateşi ankara'da hala sıcak. öyle bir zamandayım yani.

şişko kemalist teyzeler, ak saçlı bürokrat amcalar, sıradan memurlar, kulağına bluetooth kulaklık takınca kendini ceo sanan andaval çakma iş insanları...

sanki arka bahçelerine sıçmışım gibi baktılar bana uzun süre.

sonra daha bir tiksindim bayraktı, orduydu... çektim eve geldim.

7 Kasım 2009 Cumartesi

tom waits - dead and lovely


kendini her gün en az 5 defa dinletebilen bir tom waits şarkısı. bıkamıyor insan....



she was a middle class girl
she was in over her head
she thought she could stand up in the deep end
he had a bullet proof smile
he had money to burn
she thought she had the moon in her pocket

but now she's dead
she's so dead
forever dead. stone dead forever and lovely now

i've always been told to remember this
don't let a fool kiss you
never marry for love
he was hard to impress
he knew everyone's secrets
he wore her on his arm just like jewelry
he never gave but he got
he kept her on a leash *
he's not the kind of wheel you fall asleep at
but now she's dead
forever dead
forever dead and lovely now

come closer*, look deeper
you've fallen fast
just like a plane on a stormy sea
she made up someone to be
she made up somewhere to be from
this is one business in the world where that's no problem at all
every thing that is left
they will only plough under
soon everyone you knew will be gone

but now she's dead
forever dead
forever dead and lovely now

but now she's dead
forever dead
forever dead and lovely now

i've always been told to remember this
don't let a kiss fool you
never marry for love
everything has its price
everything has its place
what's more romantic than dying in the moonlight?
now they're all watching the sea
what's lost can never be broken
her roots were sweet but they were so shallow
and now she's dead
forever dead
forever dead and lovely now

and now she's dead
forever dead
forever dead and lovely now

pis moruğun notları


Her şeye sinmiş hüznün içinden uyudum. Uyandığımda şimdi sırada hangi kent var, diye geçirdim içimden. Hangi iş? Kalktım, çoraplarımı ve ayakkabılarımı giyip bir şişe şarap almaya çıktım. İyi görünmüyordu sokaklar, genellikle görünmezler. İnsanlar ve fareler tarafından planlanmışlardı sanki ve siz onlarla yaşamak ya da ölmek zorundaydınız. Ama bir dostumun bir keresinde bana dediği gibi, “sana hiçbir şey vadedilmedi, sözleşmen yok.” Şarabımı almak için dükkana girdim.




Bence babam içimdeki Donuk Adam’ın farkındaydı ve bunu lehine kullanıyordu. “çocuklar görülmeli ama sesleri duyulmamalı” derdi. Bana göre hava hoştu çünkü söyleyecek tek sözüm yoktu. Donuk’tum. Çocuklukta, ergenlikte ve sonsuza dek.

ilham perisine oynamak


tasalanma, kimse o harikulade
kadına sahip değil, öyle görünse bile, ve
kimse o tuhaf ve gizli güce sahip değil
değil, kimse sıradışı ya da olağanüstü ya da
sihirli değil, öyle görünse bile.
bir kandırmaca her şey, numara, yutturmaca,
kanma, inanma.
dünya yaşamları ve ölümleri yararsız insanlardan
geçilmiyor, bunlardan biri havaya
sıçradığında ve tarihin ışığı onları aydınlattığında,
unut gitsin, göründüğü gibi değil, budalaları
uyutmak için başka bir numara sadece.

güçlü adamlar yok, harikulade
kadınlar yok.
en azından, bunu bilerek
ölebilir
mümkün olan
tek
zafere
sahip olabilirsin.

evet evet


tanrı a$kı yarattığında çoğu insana yaramadı
tanrı köpekleri yarattığında köpeklere yaramadı
tanrı bitkileri yarattığında eh i$te idare ederdi
tanrı nefreti yarattığında standart bir hizmete kavu$tuk
tanrı beni yarattığında beni yaratmı$ oldu
tanrı maymunu yarattığında uyuyordu
zürafayı yarattığında sarho$tu
uyu$turucuları yarattığında kafası kıyaktı
ve intiharı yarattığında bunalımdaydı

senin yatakta uzanmı$ halini yarattığında
ne yaptığını biliyordu
sarho$tu ve kafası kıyaktı
ve sonra dağları ve denizi ve ate$i
aynı anda yarattı

bazı hataları oldu
ama senin yatakta uzanmı$ halini yarattığında
tüm Kutsal Evren'in üzerine bo$aldı.

başarısız aşk denemeleri



- seni seviyorum

+ inanmıyorum

- neden?

+ ne sen birini kendinden fazla sevebilirsin ne de ben en fazla sevilen taraf olmaktan vazgeçebilirim.

- suçlu kim peki?

+ hiç kimse.

- seni seviyorum

+ gidiyorum.

6 Kasım 2009 Cuma

madonna - celebration


aşık olduğum hatunun best of işte böyle yapılır diyerekten ders verdiği son çalışması. 82'den bu yanaki hit şarkılarını içeriyor albüm. ve bir de celebration'ı var tabi. albüme adını veren taş ötesi şarkısı. albüm iki disk'ten oluşmakta şiddetle tavsiye edilir, ben bir haftadan beri başka bir şey dinlemiyorum. işte track list;



1. "Hung Up"
2. "Music"
3. "Vogue"
4. "4 Minutes"
5. "Holiday"
6. "Everybody"
7. "Like a Virgin"
8. "Into the Groove"
9. "Like a Prayer"
10. "Ray of Light"
11. "Sorry"
12. "Express Yourself"
13. "Open Your Heart"
14. "Borderline"
15. "Secret"
16. "Erotica"
17. "Justify My Love"
18. "Revolver" (featuring Lil Wayne)

Disc 2
#
1. "Dress You Up"
2. "Material Girl"
3. "La Isla Bonita"
4. "Papa Don't Preach"
5. "Lucky Star"
6. "Burning Up"
7. "Crazy for You"
8. "Who's That Girl"
9. "Frozen"
10. "Miles Away"
11. "Take a Bow"
12. "Live to Tell" L
13. "Beautiful Stranger"
14. "Hollywood"
15. "Die Another Day"
16. "Don't Tell Me"
17. "Cherish"
18. "Celebration"

3 Kasım 2009 Salı

choke


türkçe adıyla tıkanma. bir chuck palahniuk kitabı. filmi de yapıldı gerçi fakat sadece istanbul'da vizyona girdiğinden izleyemedik. ama yorumlar kitabı kadar güçlü olmadığı.

kitabın başında yazarın bir önsözü var. tv'de mutlaka daha iyi şeyler vardır , bu kitabı okumayın, gidin tv izleyin, onu yapın, şunu yapın bunu yapın diye 1 sayfa kadar kitaptan vazgeçirmeye çalışıyor insanı, belki de okutmaya... ama ben katılıyorum kendisine, gerçekten tv daha yararlı olabilir.

hiçbir şey vermez çünkü bu kitap insana. insanı hayattan iğrendirmekten başka hiçbir şey vaad edemez. insanlığın bu kadar kokuşmuş ilişkilerin bu kadar çürümüş olduğunu göstermekten başka hiçbir şey veremez.

ajitasyonun ne kadar rezilce bir şey olduğunu ve hayatın her tarafına yerleştirdiğini gözünüze sokmaktan başka hiçbir şey veremez.

çok sert.

burnu lağım kokusuna alışık olanlara dair...

philosophy: who needs it


neden gurursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığnızı yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, hayatınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden 'ya beden ya ruh' gibi, 'ya kar ya kamu yararı' gibi yapay seçimlerden kaçınmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz?
Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı reddetmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme kilitlendi diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz.
Aklınızı takip etmedikçe hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça başkalarının tercih ettiği bir hayata mahkum olacaksınız. Bu yüzden felsefe bir ihtiyaçtır. Felsefe; hayatı analiz etme, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Entellerin kafanızı karıştırmak için bir araya geldiklerinde yaptığı laf kalabalığı değildir.
Felsefe, kokteyl partilerinde, cami veya kiliselerde ki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Felsefe oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu da değildir. Felsefe insan hayatındaki en temel faktördür; felsefe, insan aklını ve karakterini ve ulusların kaderini şekillendiren asıl kuvvettir. Felsefe insanların kabul ettiği felsefe tipine bağlı olarak, insanları iyi ya da kötü yönde şekillendirir..
Bilinçli ve rasyonel bir felsefeye ulaşmak için gerekli adımlardan bazılarını açıklayan Rand, okuyucuya insanın kendi ruhunda veya ulusunda bulunan gizli fikirleri tanımasını ve ardından değerlendirmesini öğretmektedir. Rand, felsefenin insanları ve toplumları yönetme, mekanizmalarına, soyut teorinin günlük hayatta aldığı çeşitli biçimlere ve en muğlak fikirlerden (ilk bakışta sadece akademik öneme sahip olduğu görülen fikirlerden) dahi kaynaklanabilen varoluşa dair derin sonuçlara ışık tutmaktadır...
Ayn Rand'a göre insanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, sadece hangi felsefeye sahip olma konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rasgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır....
Felsefi sloganlar kullanışlı bahane metotlarıdır. Onlar, insanların kabul etmeye istekli olmadığı duygular için kullanılır, tekrarlanır ve ebedileştirilir. Örneğin: "Hiç kimse hiçbir şeyden emin olamaz" şeklindeki ifade, emin olanlara karşı kıskançlık ve nefret duygusu için bahanedir. "O senin için doğru olabilir, ama benim için değil" kişinin rekabetçiliğinin geçerliliğini ispatlayamaması ve ispatlamaya razı olmamasının bahanesidir. "Dünyada kimse mükemmel değildir" kişinin mükemmel olmayışındaki teslimiyetini devam ettirme isteğinin, yani ahlaktan kaçma isteğinin bahanesidir. "Hiç kimse yaptığı şey konusunda ona yardım edemez" ahlaki sorumluluktan kaçış için bir bahanedir. "İspatlayamam ama doğru olduğunu hissediyorum" bir bahane bulmanın da ötesindedir. Bahane bulma işleminin bir tanımıdır...

ego/anthem


potansiyel olarak bir siyasi yönetim insan haklarına yönelik en tehlikeli tehdittir; siyasi yönetim yasal olarak silahsızlandırılmış kurbanlara karşı fiziki zor kullanma konusunda hukuki bir tekeli elinde tutar. Birey haklarıyla sınırlandırılmadığı ve kısıtlanmadığı zaman bir siyasi yönetim insanın en ölümcül düşmanıdır. Siyasi yönetimlerin en sevmediği şeylerin başında bireyin bağımsızlığı ve egonun vizyonu gelir. Egonuzu ve kimliğinizi siyasi yönetimlere karşı koruyun.

we the living


ayn rand'ın bir nevi otobiyografisi sayılacak nitelikteki, anti komünizm kitabı.

rusya'da, kendisinin çocukluk günlerinin geçtiği yerde geçiyor kitap. çarlık rusya'sı sonrası kurulan yeni rejimin yani komünizmin insanların hayatlarını nasıl delik deşik ettiğine dair önemli bir eser. benim bu kitabı okuduğum tarih ise ocak 2008.




“Devlet dediğin şey nedir? Büyük bir kitlenin hesabına çalışan bir hizmetçi… Kitleyi rahat ettirmek için düşünülmüş bir kolaylık. Bu elektrik ya da su tesisatından farklı bir şey değil. İnsanlara musluk suyu için yaşamalarını söylemek komik olmaz mı?”

invisible monsters


'' bana şehvet ver
bana tarafsız varoluşçu can sıkıntısı ver
bana başa çıkma mekanizması olarak başıboş entelektüalizm ver
bana empati ver
bana sempati ver
bana acımasız dürüstlük ver
bana dikkat ver
bana aşırı sevgi ver
bana bir şans ver
bana şefkat ver
bana bir şans daha ver
bana şaşkınlık ver
bana hayret ver
bana neşe ver
bana eğlence ver
bana aşk ver
bana sabır ver
bana kudret ver
bana romans ver
bana inkar ver
bana tolerans ver
bana anlayış ver
bana amnezi ver
bana yeni bir aile ver
bana hakimiyet ver
bana sukunet ver
bana kendimi tutma gücü ver
bana barış ver
bana kurtuluş ver
bana sıla hasreti ver
bana nostaljik çocukluk özlemi ver
bana acıma duygusu ver
bana başkalarının duygularını anlayabilme kabiliyeti ver
bana bir ses ver
bana bir yüz ver
bana her türlü hakimiyet duygusu ver
bana terör ver
bana inkar ver
bana cehalet ver
bana cesaret ver
bana tolerans ver
bana bilgelik ver
bana öfke ver
bana intikam ver
bana toptan ve tamamen haklı çıkarılmış cezalandırma ver
bana cesaret ver
bana yürek ver
bana neşe ver
bana tazelik ve enerji ve masumiyet ve güzellik ver
bana başa çıkma mekanizması olarak vahşi intikam fantazileri ver
bana sadece bir fırsat ver
bana güzellik ver
bana barış, mutluluk, sevgi dolu bir ilişki ve mükemmel bir ev ver
bana duygusallığa muhtaç ağlama zırıltısı ver
bana kendini yiyip bitiren egosantrik boş laflar ver
bana erişkin hayatımın son safhalarının revizyonunu ver
bana şu boktan dünyada aynen göründüğü gibi olan tek bir şey ver ''

2 Kasım 2009 Pazartesi

breaking bad


amerika'da 2008 yılında yayınlanmaya başlamış ve 2 sezonu geride bırakmış olan film noir yüklü bir dizi.

başrolünde bryan cranston denilen bir adam. tek başına diziyi 2 seneden beri sırtlamış, pek ünlü olamamış 50'sinde bir adam. zamanında malcom in the middle'da oynamış, onun dışında da pek bir bilinmişliği yok. breaking bad ile birlikte resmen patlama yaptı adam. emmy ödüllerinde de en iyi erkek oyuncu ödülünü verdiler zaten adama.

diziye gelecek olursak; akciğer kanseri olduğunu ve çok az zamanı kaldığını öğrenen sıradan bir kimya öğretmeninin , hayvani boyutlarda çıldırıp ailesine para bırakmak için , eski bir serseri öğrencisiyle birlikte uyuşturucu yapıp (crystal meth) dağıtmaya karar vermesininin ve uyuşturucu baronu olmasının trajik hikayesi.

ilk sezon 7 bölüm sürmüştü amerika'daki senaristlerin grevi nedeniyle, ikinci sezon 13 bölümdü. 3.sezon için 2010 şubat- mart deniliyor.

e2 ise ikinci sezonunu vermeye bu sonbahar itibariyle başladı.

dizinin anlattığı belki bugüne kadar çok işlenmiş , daha doğrusu çok sorulmuş bir konu. 2 ayınız kaldı napardınız?

dünyayı gezmek, hayvanlar gibi para harcamak, depresyona girmek, aşık olmak vs...

cevabın farklı oluşu, yani uyuşturucu işine girip aileye para bırakmak, diziyi özelleştiren en büyük neden. gayet başarılı.

der ki


Zehirlenmiş gibi hissediyorum kendimi bu akşam. Üstüme işenmiş gibi; iliklerime kadar yorgunum. Tamamen yaştan kaynaklanmıyor ama payı olabilir. Kitle, benim için zor olan İNSANLIK, o kitle sonunda kazanıyor galiba. Sorun herşeyin onlar için yinelenen bir gösteri olmasında sanırım. Tazelik yok içlerinde. Mucizenin kırıntısı yok. Kendilerini öğütüp duruyorlar, üstelik üstüme. Farklı BİR insan görsem devam etmek için güç bulacağım kendimde. Ama öyle bayat, öyle kasvetliler ki. Heyecan yok. Gözler, kulaklar, bacaklar, sesler var ama...hiç. içten içe pıhtılaşıyor, kendilerini yaşadıklarına inandırıyorlar. Gençken daha iyiydi; arayış içindeydim. Geceleri sokakları dolaşırdım...kaynaşırdım, dövüşürdüm, arardım..Hiçbirşey bulamadım. Kadınlara gelince; her kadın bir ümitti ama çok sürmedi. Durumu hayli çabuk kavrayıp RÜYALARIMIN KADINI’nı aramaktan vazgeçtim; kabus gibi olmayan bir kadın kabulümdü. İnsanlara gelince; artık hayatta olmayan ölümsüzlerde buldum ne bulduysam-kitaplarda. Klasik müzikte. Güç verdiler bana. Ama sihirli kitapların sayısı sınırlıydı, bir süre sonra tükendiler. Yıkılmaz kalem klasik müzikti.

escape from alcatraz


don siegel'ın yönetmiş olduğu 79 yapımı bir clint eastwood filmi. yani başrolünde, tüm rollerinde clint eastwood'un oynamış olduğu bir film. evet filmi izlerseniz bunu anlayacaksınız.

prison break dizisinin senaristlerinin diziyi yaratırken baya bir etkilenmiş oldukları filmdir.

gerçek bir hikayeden sinemaya uyarlanmıştır. alcatraz denizin ortasında bir hapishane olup kimsenin ordan kaçamadığı, kaçmak isteyenlerin ekseriyetle öldüğü bir yer.

işte burdaki bir mahkum olan frank'in ( clint) hikayesi anlatılmakta.

inanılmaz bir clint eastwood performansıyla doludur bu film. izlemek elzemdir.

dirty harry


gorillaz'ın uğruna şarkı yaptığı don siegel'ın yönettiği clint eastwood'un dirty harry olduğu 5 serilik filmin ilki.

clint eastwood'un westernleri sonrasında artık ileriye gidemeyeceğini düşünenlere tokat gibi cevap verdiği bir yapımdır dirty harry. kendisine yıllarca dirty harry diye seslenilmesine neden olacak kadar kendisini popüler yapmıştır bu seri. magnumuyla kafasına göre takılıp, adaleti kendi sağlamaya çalışır , kimseden emir almayı sevmez, çaylak sevmez, suçlu sevmez bir karakter.

ilk film 1971 senesindedir ki bu resimdekidir ki benim izlediğim de budur. 73,76,83 ve 88'dekileri henüz bulup izleyemedim.

ilk film senaryo ve kurgu olarak vasat geldi bana. ama yine de clint için izlenmeli.

filmden çarpıcı bir replik ;

"ne düşündüğünü biliyorum. acaba beş kez mi ateş ettim, altı mı? doğrusunu söylemek gerekirse bu kargaşada ben de hesabı şaşırdım. ama şimdi, bu kırkdörtlük bir magnum, dünyanın en güçlü tabancası, ve rahatlıkla senin kafanı uçurabilir. kendine sor "bugün kendimi şanslı hissediyor muyum" diye. ha, kendini şanslı hissediyor musun sikik?"

Il Buono, il brutto, il cattivo


clint eastwood efsanesinin artık efsane olacağını iyiden iyiye hissettirdiği efsane filmi. 1966 yapımı. biz vitaminken yani.

sergio leone'nin yönettiği spagetti western türünün başyapıtı.

soğukkanlı zeki bir katil blondie , biraz gerzek bir katil çirkin ve acımasız bir piç kötü.

üç katilin birbirleriyle olan imtihanı.

ve filmin sonundaki efsane replik,

ve Ennio Morricone efsanesinin başlangıcı

ve tabiki de artık metallica konserlerinin vazgeçilmezi olan bir klasik, ecstasy of gold

mystic river


Sean Penn , Tim Robbins , Kevin Bacon, Laurence Fishburne gibi bir cast'a sahip 2003 yapımı bir clint eastwood filmi.

sean penn en iyi erkek, tim robbins ise en iyi yardımcı erkek oscarını almıştı.

sean penn zaten hiçbir filmde 10 üzerinden 8'in altına düşmüyor da , asıl tim robbins'in film boyuncaki mimikleri muhteşemdi. bu adamın suratı melek gibi bir şey lakin bu tarz rollerde hayvani bir gerilim yaşatıyor insana.

benim filmi izlemem ise 2006 yahut 2007 yıllarına denk gelmişti.
filmin konusunu bilmeden almıştım, sırf clint eastwood yönetiyor diye, sıfır beklentiyle izlemiştim yani filmi, üstelik bu kadar clint eastwood manyağı değilken, derken mükemmel bir film olduğunu, oyunculukların hayvan ötesi boyutlara ulaştığını geceyarısı sularında anlamıştım.

2000'li yılların en iyi dramlarından biri. mutlaka izlemek gerek.

Million Dollar Baby


2004 yapımı bir clint eastwood filmi. hemen hemen herkesin izlediği filmlerinden bir tanesi. malumunuz üzre, en iyi yönetmen, en iyi film, en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu oscarlarını almıştı. unforgiven'dan sonra morgan freeman ile tekrar bir araya gelmişti clint easwood ve yine ödüllendirildiler. bu ikisinin arasında keskin bir bağ olduğu su götürmez.

en dikkat çekici performans ise hilary swank'indi bence. butch bir görünüme sahip olması başrolü kapmasında ve müthiş oynamasında elbette büyük bir etken. zaten en iyi kadın oyuncu ödülünü de akademidekiler görmezden gelemedi.

film ise, yine müthiş clint eastwood işi. bayılıyorum , kendisinin ince ince kurguladığı dramlara. bir dram filminde olması gereken her şeyi ustalıkla işlemiş. kendisinin en büyük özelliği ise yarattığı yardımcı yahut karakter rolleridir. million dollar baby'nin de başarısının en önemli yanlarından bu yönüyle beraber , senaryosu.

clint'in dehası ise, sıradan, klişe bir dramı mükemmel derecede işleyerek, anlatmasıdır. sonuçta sinema dediğimiz şey , anlatı sanatı değil midir?

filmin sinopsisini okusanız belki izlemezsiniz. ama clint eastwood çekiyorsa işte o zaman işler değişir.

gran torino


geçen sene itibariyle vizyona giren bir clint eastwood filmi.

belki de beni en fazla hüzünlendiren clint eastwood filmlerindendir gran torino. ustanın son filmi gibiydi. filmdeki huysuz ihtiyar walt kowalski'de süper bir finalle bitirmişti öyküsünü, sanki clint baba da gran torino ile süper bitirmek istiyordu efsane kariyerini. final filmi gibiydi. bu yüzden hüzünlüydü, çokca hissettirdi bunu zaten.

film ise bir clint klasiğiydi. eğer fimler 1'den 10'a kadar derecelendiriliyorsa clint eastwood filmlerine zaten izlemeden en az 7 veririz. adamın ortalaması belli. herkes de alıştı buna. gran torino'da öyleydi. şaşırtıcı final, dram gibi dram. bu adam keşke bir 80 yıl daha yaşasa...

1 Kasım 2009 Pazar

unforgiven


hayatımın en özel filmlerinden biridir kendisi.

bir gün içiyorum evin birinde. 6.biramdaydım. bir an bunaldığımı hissettim. hiçbir şey yapmadan içiyordum sadece. duvarlar, aşağıdan gelen korna sesleri, bahar ayının insanın üzerinde yarattığı miskinlik...

aşağıdaki film kiralama dükkanında buldum kendimi. ordaki heriflerle muhabbet ettik. bi tanesi bunu izledin mi dedi? unforgiven'i göstererek, hayır dedim. al dedi. senden para da istemiyorum. aldım. eve geldim başladım. 20 dakika oldu. verdiğin filme sokayım dedim senin. sıkıcı bir western gibiydi. bir 20 dakika daha geçti. sanki iyi gibi lan dedim. sonraki dakikaları gerginlikten tam hatırlayamıyordum.

final sahnesi geldi ve bitti.

final sahnesini 5 defa başa aldım ve tekrar tekrar izledim.... böylelikle başladı clint eastwood maceram...

'' biri dükkanını arkadaşımla süsleyecekse silah taşısa iyi eder''

persepolis


bugün izledim ben bunu. ne zamandan beri izlemek istiyordum , sağdan soldan insanlar dürtüyorlardı, '' oğlum manyak bir şey izle diye'' , izledik velhasıl.

yağmurlu bir ankara gecesinde , gittik aldık dvd'sini, arşivimde olsun istedim açıkcası.

ilk olarak şunu söyleyeyim, öyle milletin dediği gibi ''manyak bir şey değil''. animasyon filmlerine henüz ısınamamış biri olarak da önyargılarım yok değildi, fakat ilk beş dakikasından sonra animasyon olmadığı hissi verdi bana. bu yönüyle iyiydi.

filmin içeriği politik. şah'ın devrik lider olmasından sonra iran'da yaşanan sosyal çatışmalar bir küçük kızın gelişimiyle , direkt onun gözünden aktarılmış. humeyni tarafından kandırılan iran halkının şeriatla imtihanı gibi bir şey.

şah rıza pehlevi'de malumunuz üzre iran'da insanları zorla batılılaştırmaya çalışınca , halk özgürlük vaad eden humeyni'ye yönelmişti. onun da amacının şeriat olduğu sonradan ortaya çıkmıştı hani.

tüm bu kısımlar detaylara girilmeden aktarılmış. kızın türban takma süreci, sonra sosyopatlaşması ve çevresiyle uyumsuzluğu, avrupa'ya kaçışı, sonra gelişi ve bir türlü memleketi iran'a uyum gösterememesi...

yaratılan kız karakteri açıkcası bana pek basit geldi. hızlıca yaratılmış bir karakter gibi duruyor ve hemen konuyu anlatması mesajları vermesi isteniyor gibi.

onun dışında film , devlet denen azılı katilin bireyi nasıl piç ettiğini başarılı bir şekilde anlatıyor. ama bunlar bilinmedik şeyler değil en azından kafasındaki devlet tanımı benimki gibi olanlar için.

güzel bir animasyon, izlenir. ama müthiş değil.

the fountainhead


"İyilik ve kötülük kutupları açısından, iki kavram sunulmuştur ona. Biri bencillik, öbürü de hayırseverliktir. Bencilliğin anlamı başkaların kendisi için feda etmek olarak tarif edilmiştir. Hayırseverlik ise kendini başkaları için feda etmektir denmiştir. Bu durumda insan her iki halde de diğer insanlara bağlanmış, kendisine iki acıdan birini çekmesi söylenmişitr. Ya başkalarının uğruna kendisi acı çekecektir, ya da kendisi uğruna başklarına acı çektirecektir. Sonunda insanoğlunun kendi acılarından zevk alması gerektiği de söylenince, tuzak iyice kapatılmıştır. İnsan artık mazohizmi kendi ideali olarak kabul etmek zorunda kalmıştır, çünkü bunun karşısına ancak sadizm vardır. İnsanoğluna oynanan en küstahça oyun bu olmuştur. Bağımlılık ve acı çekme bu yolla hayatın temelleri haline getirilmiştir. Seçenekler kendini feda etmekle tahakküm etme arasında değildir. Seçenekler bağımsızlıkla bağımlılık arasındadır. Yaratıcının kuralı ya da elden düşmecinin kuralıdır. Bu temel bir sorundur. Bir ölüm kalım sorunudur. Yaratıcının kuralı, insanlığın var olmasını sağlayan mantıklı zihnin ihtiyaçları üzerine kurulmuştur. Elden düşmecinin kuralı ise sağ kalmayı beceremeyecek insanların ihtiyaçlarına dayalıdır. İnsanın bağımsız egosundan doğan herşey iyidir. İnsanın insana bağımlılığından doğan herşey kötüdür. Bencil kişi salt anlamda bakıldığında başkalarını feda eeden kişi değildir. Başkalarını herhangi bir şekilde kullanma ihtiyacının üstüne çıkmış kişidir. Onun işlerliği, diğer insanların kanalıyla değildir. Birincil anlamda onlarla ilgilenmemektedir. Amacı da düşüncesi de arzuları da enerjisinin kaynağı da hep onların dışındadır. Bir başka kişi için var olmakta değildir. kimseden de kendisi için var olmasını istememektedir. İnsanlar arasında oluşabilecek tek kardeşik, tek karşılıklı saygı bu yolla olabilir. "

ayn rand


''İnsan önce Tanrı'nın tutsağıydı. Zincirlerini kırdı. Sonra kralların tutsağı oldu. Yine zincirlerini kırdı. Artık hiçkimsenin tutsağı olmamalı.''


the fountainhead'in en can alıcı bölümlerinden biri olan, howard roark'ın duruşma salonunda hakime giydirdiği anda söylediklerinden...

six feet under


yeni başladım ben daha. ilk sezondayım. dizi biteli nerdeyse 3 yıl olmuş. diğerlerinden bitmiş bir diziye bir türlü sıra gelmemişti aslında hep aklımda olmasına rağmen.

kara filmlerin hastası biri olarak tam benim kalemim diyebilirim. her 50 dakikası ayrı bir film noir örneği.

ölüm kokan bir dizi. aynı zaman da bir o kadar da hayat dolu. geçinmek için birilerinin ölmesini bekleyen bir ailenin trajedisi. cenaze levazımatçılığı meslekleri. yaşamak , ayakta kalmak için birilerinin ölüp onlarının kapılarını çalmalarını gerekiyor. her bölüm ölen kişinin nasıl öldüğünü kısaca anlatıyor ve sonra onun hayatında bir kesit aktarıyor. ve tabi fisher ailesinin de gündelik hayatları. ölüm zaten onlar için normal ötesi bir şey.

en önemli bulduğum noktalardan diğeri de, insanların öldüklerinde bile , güzel görünmek istemeleri. fisher'lardan ölülerine makyaj istemeleri. tuhaf.

on numara bir dram vesselam.