29 Mayıs 2010 Cumartesi

her şeyimiz var ama hiçbir şeyimiz yok

"çığırtkanlar, rahibeler,
bakkal çırakları
ve senin için bir şey...

bizim her şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok
bazı erkekler bunu kilisede yaparlar,
bazı erkekler kelebekleri ikiye bölerek
bazı erkekler de palm springs’de
cadillac ruhlu kaymaksarışınlara
kayarak
cadillac'lar ve kelebekler
her şey ve hiçbir şey,
katolik yortusu'ndakilerin birinde
son nefese eriyen yüz.
çığırtkanlar, rahibeler,
bakkal çırakları ve senin için bir şey var...
sabahın sekizinde bir şey, kütüphanede bir şey
nehirde bir şey,
her şey ve hiçbir şey.
mezbahada tavan boyunca
bir kancaya asılı gelir, ve sallarsın onu bir
iki
üç
sonra yakalarsın, 200 dolar değerinde
et, kemikleri senin kemiklerine yaslanmış
bir şey ve hiçbir şey.
ölmek için hep yeterince erkendir ve
daima fazla geç,
ve beyaz lavaboda kan denemesi
sana hiçbir şey anlatmaz
ve mezarkazıcıları sabah 5 kahvesiyle
poker oynarlar, otların donu kırmasını
beklerken...
sana hiçbir şey söylemezler.

her şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok
cam kenarlı günler ve nehir yosunlarının
akıl almaz leş kokusu ;boktan daha berbat;
damalı hamle ve karşı-hamle günleri,
tükenmiş merak, yenilgi de anlamlı
zafer kadar; katır misali ağır günler
gevrek bir griye bulanmış
ve kafese kapatılmış
alakarga ve çit kuşlarının arasında oturan bir kaçığın
sokağında
somurtkan, güneş-çarpmış ve posası çıkmış,
yük taşıyan katır misali.
iyi günler de var şaraplı ve bağırtılı, ara sokaklarda
kavgalı, kasıklarında inleyerek dolanan kadınların
şişman bacakları,
boğa döğüşü arenalarında,
capri ana diye yırtınan elmaslar misali tabelalar,
yerde biten ve sana
ölü orduları seni soyup soğana çeviren aşkları unutmanı
söyleyen menekşeler.
çocukların;
vücutları hala mesaj iletip hissedebilecek,
kilitler maaşlar idealler mallar ve böcek gibi fikirler
olmaksızın bir aşağı bir yukarı koşturabilecek kadar
canlıyken sana vücutlarından mesaj yollamaya çalışan
vahşiler misali
komik ve zekice şeyler söylediği günler.
kapısı kilitli yeşil ir odada
bütün gün ağlayabileceğin günler,
bacakları uzun olduğu için ekmekçiye
gülebildiğin günler, çitlere
baktığın günler...

ve hiçbir şey, hiçbir şey, patronların
günleri, nefesi kokan büyük ayaklı
sarı adamlar, kurbağalara
benzeyen adamlar, sırtlanlara benzeyen, melodi hiç
icadedilmemiş
gibi yürüyen adamlar, iş verip işten atıp
kar etmenin zekice olduğunu düşünen adamlar,
masraflı karılarını, oyulacak ya da fiyaka satılacak
yada beceriksizliklerinden duvarla ayırılacak
60 dönümlük bir arazi gibi sahiplenen
adamlar, manyak oldukları için
seni öldürebilecek ve yasaya uyduğu için
haklı çıkabilecek adamlar, 10 metre genişliğinde
pencerelerin önünde durup da bir bok göremeyen adamlar,
lüks yatlarıyla dünyayı gezebilen
ama yine de yelek ceplerinden çıkamayan
adamlar, salyangoz gibi adamlar, yılanbalığı gibi, sümüklü
böcek gibi, ve sümük gibi...

ve hiçbir şey, bir limanda, bir fabrikada,
hastanede, bir uçak fabrikasında, atari salonunda,
berber dükkanında, zaten istemediğin
bir işte son maaşını alman.
gelir vergisi, hastalık, köleleşme, kırılmış
kollar, kırılmış kafalar bütün içine doldurulanlar
eski bir yastık misali dökülür.
bir şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok.
kimisi bir süre idare edecek kadar takılır
ve sonra bırakır. şöhrete kapılırlar, iğrenirler
yaşlanırlar yada kötü beslenirler yada
gözleri bozulur veya çocukları vardır kolejde
belki yeni arabadır sebep yada isviçre'de kayak yaparken
belleri kırılmıştır veya yani politikalardır yada yeni eşler
yada sadece doğal değişim ve çürümedir
dün on raund boyunca yumruk salladığını
yada üç gün üç gece sawtooth dağlarının eteklerinde içki içtiğini
bildiğin adam
şimdi bir yorganın veya bir haçın
yada bir mezartaşının altında
veya kolay bir hayalin etkisine kapılmış,
yada bir incil taşır yanında veya bir golf çantası yada
evrak çantası: nasıl da değişirler, nasıl da! hiç
değişmez sandığın herkes.

böyle günler. senin bugünün gibi.
belki de pencerendeki yağmur
sana ulaşmaya çalışıyor. ne görüyorsun bugün?
ne var? neredesin? en iyi
günler bazen ilk günlerdir, bazen
ortadakiler ve hatta bazen de sonuncular.
boş arsalar fena değildir, kartpostallardeki
avrupa kiliseleri idare eder. balmumu müzelerinde
en üstün kısırlıklarında dondurulmuş insanlar
idare eder, korkunçturlar ama idare ederler. bilardoda sayıyı
düşün, bilardo sayısını, ve kahvaltıda yediğin
tostu, yeterince sıcak kahveyi, dilin
hala yerindedir, bilirsin. pencerenin dışında
üç tane sardunya, kırmızı olmaya çalışırlar
ve pembe olmaya ve sardunya olmaya. elbette kadınlar bazan
ağlar, elbette yokuşu çıkmak istemez
katırlar. detroit'ta bir otel odasında
sigara mı aranıyorsun? güzel bir
gün daha. birazcığı. ve vardiyaları biten
canlarına yetmiş hemşireler binadan çıkarken, sekiz hemşire
hepsinin adı ve gideceği yer
farklı avluda yürürler, kimi kakaosunu ve gazetesini,
kimi sıcak bir banyo ister, kimi de bir erkek, kimi
hiçbir şeyi düşünmüyordur. yeterli
ve yetersiz. arklar ve hacılar, portakallar
su olukları, eğreltiotları, antikorlar, kağıt mendil
kutuları.

en harbisinden bazen güneşte
amforaların hafif tütsü hissi
ve eski savaş uçaklarının konservelenmiş sesleri vardır
ve içeri girip parmağını
pencerenin kenarına sürsen toza
bulanır, belki de toprağa.
ve dışarı bakarsan pencereden
gün orada olacaktır, ve
yaşlandıkça bakmaya devam edersin
devam edersin
dilin biraz içeri çekilir
ah ah hayır hayır belki
bazıları doğal yapar bunu
bazıları müstehcen bir tarzda
her yerde."

hem bir sürü şey ekleyebileceğiniz
hem de hiçbir şey ekleyemeyeceğiniz bir şiir.
hem şiir bu' dur diyip
başka da bir şey diyemeyeceksiniz zaten...

25 Mayıs 2010 Salı

herhangi bir adam

insanlar fazla düşünmüyorlar artık

eve ölmeden gelebildiğin için şanlı sayıldığın bir devirdeyiz

çelik yeleklerimiz evlerimiz

elinde bond çantan kulağında bluetooth ile yürüyen adam; evet

o olabilirdin sen

filistin'de bir çocuk da olabilirdin sen

bir şahinin gözü bir aslanın pençesi olabilirdin sen

ailenin hayırlı en evladı da olabilirdin

komşu bakkalla tavla oynayan herhangi bir esnaf da olabilirdin sen

kadınların vazgeçemediği adam olabilirdin sen

ukala olman gerektiği için ukala olabilirdin

korkularının ta kendisi olabilirdin sen

daha iyimser olabilirdin mesela gece 11'de yatıp sabah kuş sesleriyle uyanabilirdin

her şeye yeniden başlayabilirdin

entelektüel biri de olabilirdin, tek derdin yönetmen filmin ağzına sıçmış olurdu

cesaretini toplayıp evinden dışarıya adım da atabilirdin

ve telefonları susmayan o ilgi orospularından biri de olabilirdin sen

bir çocuğun babası da olabilirdin

bir kadına koca olabilirdin

ama olamadın, olmadın

herhangi bir yerde herhangi biri olamadın

evine girip kapının arkasını vurup

sertçe bir bakış atmayı yeğledin pencereden

sertçe ve nefret dolu.

onu bile beceremedin aslında.

çünkü sen yapmaktan çok yapma fikrine aşıktın.

böyleydin.

ve böyle olduğunu yıllar önce farketmiş,

ama normal görüneyim diye anormalleşmiştin.

ve bu yüzden herhangi bir yerde herhangi biri hiçbir zaman olamamıştın...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

sevgiliye çiçek almak

ne zaman bir çiçekçinin önünden geçsek ya direkt ya da dolaylı bir şekilde söylüyordu çiçek almam gerektiğini. bende bunun spontane olması gerektiğine inanıyordum açıkcası. canım istemeli ve bunu onun aklında hiç yokken alıp onu şaşırtmalıyım diye düşünüyordum. her defasında o benden daha önce düşünüyordu. daha önce hiç kimse ona çiçek mi almamıştı, çiçek fetişisti miydi , yoksa beni mi tartıyordu bilemiyordum. insan kadınların zihnindekileri anlamaya çalıştıkça onlar gibi oluyor. çok tehlikeli yaratıklar.

daha önce kimseye çiçek almamıştım. özel bir şey olsun istedim ve özel bir günde ona sürpriz yapayım dedim. sabah kalktım. çiçekçiye gittim. ne alacağımı bile bilmiyordum. çiçekçi nasıl olsun işte dediğin de ''ya kokulu mokulu çiçek işte'' demiştim. adam neredeyse ''ilk kez' mi diyerek bakışı attı bana. utandım. biraz da gerginleştim.'' o zaman güllü müllü bir şeyler yapalım'' dedi kadınlar her daim sever gülü. tamam dedim. ''kaç tane koyim'' dedi, gülden bahsediyordu. kararsız biriydim. ve kararsızlığım anlaşılmasın diye de mütemadiyen saçmalardım. üstünkörü kararlara imza atardım. 15 tane koy dedim. adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. ''biraz fazla olur'' dedi sığmayabilir. 10 yap o zaman dedim. neyse bir demet yaptı. baya afili duruyordu. ''kaç para bu ''dedim. bir an önce ordan çıkmak istiyordum. 3 sene öncesinin fiyatıyla 100 tl dedi. ohalanmıştım. daha hediye de alacaktım. taksi parası vardı. hemen 5 olsun ya dedim. şimdi anlamıştım erkeklerin neden çiçek almak istemediklerini. çok pahalıydı çünkü siktiğmin bitkileri.

taksiye elimde gül ile bindim. utanıyordum amk. arkaya oturdum. armada adlı alışveriş merkezinde durdurdum taksiyi. bir tane ayakkabı almak idi niyetim. sabah daha 10.30 filandı. mağazalarda kimse yoktu. kafamda bir tane şapka elimde çiçekle. - gerginim ya çiçeği takside bırakmayı bile unutmuşum- mağazadan içeri girdim.

satış görevlisi çocuk benim içeriye gireceğimi görünce, arkasındaki çalışan kızlara dönüp '' hadi yine şanslısınız '' demesin mi.. beni çiçekçi sanmıştı güya mağazada çalışanlardan birine çiçek getiriyordum. hemen atladı ben içeriye girdiğimde '' kimin adına geldi '' diye sordu... hayır dedim ayakkabı alacağım ben. pardon dedi gülmemek için kendini zor tuttu. '' nasıl yardımcı olabiilim''?

iyice gerginleşmiştim. okula gittim. arkadaşını aradım. bir kıza çiçek nasıl verilir en ufak bir fikrim yoktu. kız arkadaşı ben şuraya getireyim sende karşısına çık ver dedi. sürpriz olsun. tamam dedik. kampüste elimde bir çiçek kendimi üstüme işenmiş gibi hissediyordum. kendimi çok kötü hissediyordum. çiçeği bir sağ elime alıyor bir sol elimi alıyordum. neremle tutacağımı bilmiyordum. salaklaşmıştım. en son 14 yaşında ilk kez milli olurken bir orospıyla, ereksiyon olamadığımda böyle olmuştum.

neyse hatun gözüktü, ben geri çıktım. yaklaştı. köşede duruyordum. geldi. ta ta ta taaam diye çıktım köşeden. haaaa dedi bayıldı.

kızı korkutmuştum. hayvan gibi bir bağırtıyla çıkarsan tabii karşısına... kolonya falan derken revirde zor ayılabildi.

al çiçek dedim.

öküzsün sen dedi.

haklısın dedim.

bir daha çiçekçi dükanının önünden bile geçmedim.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

sinek ve sevgili vızıltısı

beynimin içinde yıllardan beri bir ses

'' dur yapma , sen bu değilsin''

kes sesini!

yan odada bir misafirim uykusunun derinliğinde

yazarak hayatta kalmaya çalışılan siyah bir salonda tembellikten notasyonlar

gözyaşlarının artık akmadığı gözler

beynimin içinde yıllardan beri bir ses

'' işte bu tam sana göre bitir şu işi''

hayır biliyorum sen sadece bir sessin. sen sadece filmlerde olabilirsin


'' asla istediğin biri gibi olamayacaksın, sen busun''

başarızlık kahverengi bir bok gibi mütemadiyen kurtulamadığım

başarısızlık beynimin içinde bir vücut

başarısızlık beynimin içindeki ses

başarısızlık sıçarak unutmaya çalıştığım

lambasever bir sinek ve sevgili vızıltısı gibi kafamın içinde dönüp duran...

katil gülümser

eski sevgililerim hala ariyorlar
kimi geçen yildan
kimi önceki
kimi de daha önceki yillardan.
iyi bir şeydir yürümeyen
ilişkileri bitirmek
başarisiz olduğun insandan
nefret etmemek
hatta unutmamak da
iyidir.

ve bana başka biriyle şanslarinin yaver gittiğini
ve mutlu olduklarini söylediklerinde
hoşuma gidiyor.

beni aldattiktan sonra
bütün mutluluklari hak ediyorlar.
hayat çok daha güzel görünüyor onlara
benden sonra.

onlara
kıyaslama imkanı
yeni ufuklar
yeni kamışlar
huzur
ve bensiz bir
gelecek verdim.

telefonu her kapatışımda
adalet yerini buldu, diye hissederim.

18 Mayıs 2010 Salı

güneşin yüzü

günesin yüzü denli muhtesemdir bogalar
ve bayat kalabaliklar için öldürseler de onlari,
bogadir atesi yakan,
her ne kadar korkak bogalar da varsa da
korkak matadorlar ve korkak erkekler gibi,
genel olarak boga saftir
ve saf ölür
sembollerden, hiziplerden ya da sahte asklardan uzak,
ve onu sürükleyip götürdüklerinde
ölen bir sey olmaz,
bir sey geçmistir
ve neticede kokusmus olan,
dünyanin kendisidir.

güneş merhamet buyuruyor

ve güneş merhamet buyuruyor
ama fazla yükseğe taşınmış bir meşale misali,
boydan boya kırbaçlar görüntüsünü jetler
kurbağa gibi zıplar füzeler,
çocuklar haritalarını çıkarır
iğnedenliğe çevirir ayı,
eski çürük peynir,
orda hayat yok
ama dünyada fazlasıyla;
yıkanmamış Hintli çocuklarımız
bacak bacak üstüne atıp flüt çalarak,
göbekleri içe çökmüş, açlıktan ölürken,
açlık kokan havada yılanların
şuh kadınlar misali kıvırtışını izleyerek;
füzeler zıplar,
avcıları ve sürüyü geride bırakırken
yabani tavşanlar gibi zıplar
günü geçmiş kurşunların yerine;
Çinliler hala yeşim işlerler,
sessizce açlıklarına pirinç tıkarak,
bir açlık ki bin yaşında,
ateş ve türküyle ilerler çamurlu nehirleri,
istemsiz beklemenin sürüklenen
direkleri iter mavnaları
yüzen evleri;
Türkiye'de kilimlerinin üstünde
kıbleye dönüp
sigara içerek gülen
ve parmaklarını gözlerine sokup kör eden
mor bir tanrıya dua okurlar,
tanrılar böyle işte, yaparlar;
ama füzeler hazırlar: her nedense
değersizdir artık barış,
küçük bir göldeki nilüfer yaprağı
misali sürüklenir delilik, hissiz daireler çizerek;
kırmızı yeşil ve sarılarına batırıp
resim yapar ressamlar,
şairler uyaklara döker yalnızlıklarını,
müzisyenler her zamanki gibi açtır
ve romancılar kaçırır meselenin özünü,
ama pelikan kaçırmaz, martı kaçırmaz;
pelikanlar dalıp dalıp yükselir
şok geçiren yarı ölü radyoaktif balıkları
gagalarında sallayarak;
evet, gerçekten de
sümükle yıkar kayaları sular;
ve Wall Street'te
anahtarını arayan bir sarhoş gibi sendeler borsa;
ah, işte bu sıkı bir şey olacak, allahın izniyle
tekrar yılana götürecek bizi, deniz böceğine,
ya da şanslıysak eğer,
katalizi uzun dişli fosil kaplana götürecek,
maden çukurunun içinde
kırık kask, cihaz ve cam parçalarının üzerinde
resim çiziktiren kanatlı maymuna götürecek;
çatırdayarak girer şimşek
pencereden içeri ve bir milyon odada
aşıklar yatar kenetlenmiş, yitik
ve barış gibi hastalıklı;
kırmızı ve turunca çalmaya devam eder gökyüzü
ressamlar için -ve aşıklar için,
her daim açtıkları gibi açar çiçekler
açar ama üzerlerinde
füze yakıtlarının ve mantarların,
zehirli mantarların ince tozu var; zaman kötü,
bulantılı bir zaman -perde,
III.sahne, sadece ayakta yer var,
SATILDI, SATILDI, SATILDI yine,
tanrı tarafından, birileri ya da birşeyler,
füzeler generaller ve liderler tarafından,
şairler doktorlar komedyenler
sabun ve bisküi üreticileri
ve iki yüzlü seyyar satıcılar tarafından
kendilerine özgü ustalıklarıyla satıldı;
şimdi kömür yağı tabakasıyla kirletilmiş
tarlaları görebiliyorum, bir-iki salyangoz,
safra, yanardağ taşı, sığ sularda
bir-üç balık, kaynağımızın
ve gözlerimizin yergisi...
daha önce hiç olmuş muydu bu?
kendini kuyruğundan yakalayan
bir daire mi tarih,
bir rüya, bir kabus mu,
bir generalin hayali, bir başkanın,
bir diktatörün hayali mi yoksa...
uyanamaz mıyız?
yoksa yaşamın güçleri daha mı yüce bizden?
uyanamaz mıyız? sevgili dostlar,
uykumuzda mı ölmeliyiz sonsuza dek?

11 Mayıs 2010 Salı

mean streets


1973 yılında ait siyah beyaz bir new-york filmi. martin scorsese ve robert de niro'nun ilk ortaklıkları. bir nevi taxi driver'ın cast denemesi denilebiir zira harvey keitel'da başrolde.

new-york sokaklarında geçer film. aşk, küçük çapta gangsterlikler ve dostluğun filmidir kendisi. scorsese'nin değeri anlaşılamayan filmlerinden biridir nedense. ben filmi izlemek istediğimde baya zorlanmıştım divx'ini bulmakta arşiv yapma gibi bir takıntım olduğundan torrentle işim olmuyor maalesef.

robert de niro'nun gerçekten bu filmde de yarıp geçmiştir oyunculuğuyla. serseri adam rolleri bu adama bir başka yakışıyor. keşke hep genç kalsaymış dedim filmi izlerken içimden. bir diğer husus ise harvey keitel. o da bambaşka bir adam zaten. scorsese'in de niro ile birlikte sinema dünyasına yaptığı en büyük sevaplardan.

leaving las vegas


neredeyse tüm sahneleri intihar üzerine olan yegane bir film. nicholas cage'in en kudretli oyunculuğunu sergileyip oscar'ı da kaptığı filmdir ki onlarca büyük prodüksiyonlarda görev alan bir oyuncu olarak mütevazi bir bütçeyle çekilmiş filmde bunu alması da şaşırtıcıdır aslında. zaten film tv için düşünülmüştür evveliyatında. benim için nicholas cage'in bringing out the dead ile birlikte en güzel filmidir leaving las vegas. insani boyutların ötesinde bir oyunculuğu vardır. insan bir noktadan sonra artık yorulur.

filmin hikayesi kısaca; karısından ayrılan bir adamın las vegas'a gelip alkolle kendini öldürme çabasını konu almakta. adamımız ( ben anderson) bir orospuyla tanışır ve gerçekten kaybetmiş iki insanın yolları vegas'ta kesişir ve olaylar da hemen gelişir. aşk üzerine , hayat, ölüm üzerine çok güzel tiradların , diyalogların olduğu bir başyapıt. bir alkoliğin trajedisi.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

breaking bad: x


trajedi nedir sorusunu tamamiyle bünyesinde barındıran bir dizi. yapış yapış değil, ağlak ağlak değil, sert bir çivi gibi beyne saplanıyor içerdiği trajedi.

tesadüf eseri başladığım bir diziydi. bir kimya öğretmeni kanser oluyor ve bad ass'e dönüşüyor. ilgimi çekti biraz. devam ettim. akabinde her bölüm sonunda pc başında sigaramdan derin derin nefesler alırken buldum kendimi.

her bölümü bir film gibi. her karakteri büyülüyor oyunculuklarıyla insanı. kamera açıları, açılışları, bitişleri, tertemiz kadrajları , diyalogları kısacası mükemmelite...

en son 3.sezon 7 bölüm yayınlandı. bugüne kadar seyrettiğim en güzel en mıh bölümlerden biriydi. hank'in son dakikası adamı içine sıçırtacak cinstendi.

çok etkiliyor bu dizi beni. yaklaşık 15 tane amerikan dizisi takip eden hastalıklı asosyal biriyim. ama breaking bad kadar beni etkileyen bir dizi izlemedim henüz. ve kendime en yakın hissettiğim dizi, film vs karakteri kesinlikle walter white : bryan cranston : ya da diğer namıyla heisenberg.

çok garip bir kelime var bu diziyle alakalı , onu tamamen özetleyen müthiş bir kelime,

ama ben bulamıyorum onu.

6 Mayıs 2010 Perşembe

bitmeyen kahve

mayıs ayı geldi geçiyor. ilk bir haftası bitmek üzere ve benim içimde bir şeyler söylemek, düşünmek, yapmak üzerine en ufak bir kıvılcım yok. öylece bekliyorum evimde. müzik, içki kahve ve sigara ile. ne kızıyorum ne gülüyorum. sadece kaşınıyorum ve öylece bekliyorum.