27 Haziran 2010 Pazar

Bir Teksas Genelevinde Yaşam

"Hiçbir şey yapmam" dedim ve "California'lıyım"
"Yapmak istediğin bir şey var mı?"
"Hayır. Sürükleniyorum."

9 Haziran 2010 Çarşamba

kulağımda morrissey dışarda londra

gece karanlığında kapıdan içeri girdim. tek başına bırakılmıştım. öyle olması gerekiyordu. kimsenin beni tanımadığı bir yerden kimsenin beni tanımadığı başka bir yere gelmiştim ve şimdi geri dönmek üzere otomatik kapıdan içeri adımımı atmıştım. havaalanlarından her zaman ürkmüştüm. yine ürküyordum. uçakların iniş ve kalkış sesi kulağımda patlıyordu sanki. check in yaptırdım. sonra tuvalete gidip sakinleşmeye çalıştım. ordan markete gittim. kulağımda morrissey. dışarda londra vardı. hemen bir viski aldım. dışarı çıktım. ayaza kesmişti dışarısı. viskiyi hızlı hızlı içtim. sigara yaktım. yanıma bir iskoç yanaştı. ateş istedi. muhabbet ettik. biraz olsun rahatlamıştım. viski ikram ettim ona. o da bana bira verdi. suratım bir anda içtiğim viskinin etkisiyle kıpkırmızı olmuştu. yanıyordum. kafam iyiydi. kulağımda morrissey . dışarda londra vardı. morrissey hep vardı. derken bukowski geldi aklıma. bukowski hep gelirdi aklıma. 10 yıldan beri vazgeçemediğim tek şeyimdi. yıkılmaz kalemdi. ondan baya bir satırı içimden okudum. kendimi teskin etmeye çalıştım. -pilota korkuyorum dedim- bende dedi. bukowski her şeyi daha kötü yapıyordu ve yapmıştı.

howard roark oldum. güçlü, yalnz ama güçlü. bencil ama mazereti sağlam. ölüm hiçbir şeydi, keskinliği acı veriyordu. roark olmak da bir rüyaydı benim için. bardamu olabilirdim belki dedim. celine'in bardamu'su. savaşmaktan nefret eden çaresiz nihilist bardamu. hayır o da feci korkardı. anlamsız bulurdu. o da kısa sürdü.

ben bendim. neysem oydum. düşündüklerim, okuduklarım, viskimin acı bitteri gibiydiler. gerekliydiler. ama ben bendim. ben burdaydım. onlar ise orda. hiç tanışmamıştık bile. tanışmamıza imkan da yoktu. aslına bakarsanız gerek yoktu. yeni birileriyle tanışmamak için epeyce sebebim vardı. yeterince insanla tanışmıştım zaten. yüzlerce insan. yüzlerce kalp yüzlerce ayak yüzlerce meme yüzlerce saç kılı... kendimle bile anlaşamıyordum. tuvalete gitme kararı vermek için bile 5 dakika münazara yapmam gerekiyordu kendimle. kararsızdım. hep yorgundum. tembelliğim bütün vücudumu sarmıştı. ellerim ayaklarım bana karşı isyan bile etmiyorlardı artık. bana küsmüşlerdi. gidip bir köşede hepsi kafaları çekiyordu sanki. kulağımda morrissey. dışarda londra.

korkuyordum. yemek artığı bekleyen köpekler gibi çaresizdim. ihtiyacım olan tek şey gözümü açtığımda her şeyin daha beter olacağı ülkeye varmamdı. bunu biliyor olmak daha da tahrip ediyordu üstelik beni.

kulağımda morrissey. dışarda londra. havaalanında bir araf.

kaçırdım 22:45 uçağını. dışarı çıkıp bir sigara yaktım. sonra sarışın bir hatun bana merhaba dedi. merhaba dedim. türktü. kız mükemmel görünüyordu. olağanüstü görünüyordu. sabahladık onla. o da uçağı kaçırmıştı. sabah uçağını beraber bekledik.

sanki yıllardan beri tanıyorduk birbirimizi. güldük. salaklığımıza saatlerce güldük. beraber bindik uçağa. hemen viski istedim zaten bitik olan bedenimi daha bitirmek için. hayır sarhoş olup korktuğumu kıza belli etmemek için. sızmışım. gözümü açtığımda marmara'nın üzerindeyiz dedi bana.

valizini gittim aldım hükümete para öderken. onu bekledim. sonra kahve içtik beraber. ve uzaklaştık birbirimizden.

tesadüf eseri tanışmış, kaynaşmış belki de birbirimizin yalnızlıklarına ilaç olmak için kaynaymış ve günü sonunda birimiz x yönüne birimiz ise y yönüne doğru gitmişti. onu bulduğum için mi şanslıydım yoksa kaybettiğim için mi şanssızdım bilemiyordum.

kendime hep böyle oluyor dedim. iki yabancı eninde sonunda yine iki yabancı oluyor. ziyan edilmiş ilişkilerimi düşününce. hatanın pek de bende olmadığını düşündüm. bu biraz hızlı gibiydi ama ne farkederdi, sonuç hep aynıydı. bu denklem hiç insandan yana değildi.

2 hafta onu düşündüm. sonra unuttum. zaman her şeyin ağzına süratla sıçıyordu. hiçbirimizin şansı yoktu. bukowski vazgeç diyordu...

bryan cranston


breaking bad'in walter white'ı ya da heisenberg'i. breaking bad ile birlikte nasıl kocaman bir oyuncu olduğuna şahitlik ettiğimiz çok büyük oyuncu. diziyi neredeyse tek başına aldı götürdü 3 sezondan beri. tabii ki diğer oyunculara haksızlık etmek istemem örneğin bir dean norris'e ama bryan cranston çok acayip şeyler yapıyor genel toplamda.

aslında bir komedi oyuncusu. malcolm in the middle'daki saf ve temiz baba rolü ile hatırlayacaktır herkes onu. diğer amerikan yapımı komedilere de bir iki bölüm misafirlik etmişliği vardır ama kalesi yıkılmaz kalesi breaking bad oldu bu adamın.

bir kimya öğretmeni olarak karşımıza çıktı. bir tane engelli ama zeki çocuğa ve bir tane kadına sahip, ailesini daha iyi geçindirmek için fazla mesai yaparak araba yıkayan bir lise öğretmeni olarak karşımıza çıktı. dünyayla gayet uyumlu, kural ve nizam bilen dürüst bir beyaz amerikandı o ilk başlarda.

ama bu orospu dünyada o da bakire kalamadı ve crystal meth işine girdi kanser olduğunu öğrendikten sonra. sırf ailesine daha iyi bir yaşam verebilmek için. ve bir dönüşüm izledik ondan sonra. heisenberg adını alan ve bir bad ass'e dönüşen adamı izliyoruz 3 sezondur.

akıcı ingilizcesiyle, sakar, telaşlı halleriyle, jest ve mimikleriyle on numara bir portre çizdi dizide. iki seneden beri de emmy ödüllerinde en iyi aktör ödülünü kimseye kaptırmadı. alnının akıyla aldı.

öyle bölümlerde öyle oyunculuk dersleri verdi ki bu adam şapka etkilenmemek imkansız. 1. sezonda kendi hakkına tecavüz eden adamın arabasını yaktığı sahne örneğin, yılların sünepeliğini üstünden atttığına dair bir yürüyüşü ve bakışı vardı ki ...

tuco denen uyuşturucu baronunun mekanına gidip orayı patlattığı ve racon kestiği sahneden unutulmazdı. elinden o kimyasalı atışı, parasını ve hakkını istediği o an...

yine 1.sezonda yeni yeni meth yapmaya başladığı anda jesse ile birlikte karavanı kontrol edemeyip çuvalladıkları an, başlı başına bir trajediydi suratındaki cranston'ın...

iki tane meth üreticisine mall çıkışı verdiği '' my authority'' ayarı da feciydi...

doktorun ona kansersin dediği anda; '' kanserim, tedavi edilemez '' repliğinde suratında oluşan çaresizlik ve ölüm çağrısı

araba yıkarken gelip patrounun onu azarlamasından sonra, ellerini taşşaklarına götürerek bağırdığı sahne...

ya da 3. sezonda kahpe karısı skyler'a dediği ''i'm manufacturer ,not a dealer''' nasıl unutulur.

ani patlamalarla dolu bir karakteri mükemmel yaratmıştır kendisi. en son izlediğim 3 sezon 12 bölümde ise , adamları arabayla ezdikten sonra, jesse için yerde yatan dealer'ın kafasına sıkıp jesse'ye '' ruunn'' dediği an olayı bitirmiştir.

kısacası bir fenomen yaratmıştır bryan cranston breaking bad ile birlikte. büyümüş büyümüş kocaman olmuştur. takdir edilesi.

8 Haziran 2010 Salı

yaprakların trajedisi

kuraklığa uyandım ve eğreltiotları ölüydü,
saksı çiçekleri mısır gibi sararmış;
kadınım gitmişti
ve boş şişeler kanı çekilmiş cesetler gibi
sardı beni işe yaramazlıklarıyla;
güneş hala iyiydi ama,
ve ev sahibemin notu bükülmüş
hoş ve talepsiz saramışlığında; şimdi gereken
iyi bir komedyendi, eski tarz bir şakacı
absürd acı üzerine şaka yapacak; acı absürddür
çünkü vardır, hepsi bu;
dikkatle traş ettim eski bir jiletle
bir zamanlar genç olan ve
dehası olduğu söylenen adamı; ancak
yaprakların trajedisi bu işte,
ölü otlar, ölü bitkiler;
ve karanlıklar bir hole yürüdüm
ev sahibemin dikildiği
tüm nefretiyle dediğim dedik,
sallayıp şişman, terli kollarını
canın cehenneme diye yırtınıp
yırtınıp kira kira diye
çünkü yamuk yapmıştı dünya
ikimize de.

1 Haziran 2010 Salı

yenileme

zor değildir
kötü bir şiiri yırtıp atmak...
bir zamanlar
iyi olan
ama artık
uyuşturucunun pençesinde
mahvolmuş
katı ve bölük pörçük
bir şeye dönüşmüş kadından
kurtulmak
çok daha zordur...
nereye gitti
ve neden?
zor değildir
kötü bir şiiri yırtıp atmak
daha iyisini yazabilirsin
muhtemelen...
ama bir insan mahvolduğunda
her zaman bir nedeni var mıdır?
elbette elbette
elbette...
ama acısı
hep aynıdır
ve şaka
ölülerin ölmekte olanlara
ölüm dağıttığı
bu kentin
ya da herhangi
bir kentin
en iğrenç şakalarından
biridir...