27 Haziran 2010 Pazar

Bir Teksas Genelevinde Yaşam

"Hiçbir şey yapmam" dedim ve "California'lıyım"
"Yapmak istediğin bir şey var mı?"
"Hayır. Sürükleniyorum."

9 Haziran 2010 Çarşamba

kulağımda morrissey dışarda londra

gece karanlığında kapıdan içeri girdim. tek başına bırakılmıştım. öyle olması gerekiyordu. kimsenin beni tanımadığı bir yerden kimsenin beni tanımadığı başka bir yere gelmiştim ve şimdi geri dönmek üzere otomatik kapıdan içeri adımımı atmıştım. havaalanlarından her zaman ürkmüştüm. yine ürküyordum. uçakların iniş ve kalkış sesi kulağımda patlıyordu sanki. check in yaptırdım. sonra tuvalete gidip sakinleşmeye çalıştım. ordan markete gittim. kulağımda morrissey. dışarda londra vardı. hemen bir viski aldım. dışarı çıktım. ayaza kesmişti dışarısı. viskiyi hızlı hızlı içtim. sigara yaktım. yanıma bir iskoç yanaştı. ateş istedi. muhabbet ettik. biraz olsun rahatlamıştım. viski ikram ettim ona. o da bana bira verdi. suratım bir anda içtiğim viskinin etkisiyle kıpkırmızı olmuştu. yanıyordum. kafam iyiydi. kulağımda morrissey . dışarda londra vardı. morrissey hep vardı. derken bukowski geldi aklıma. bukowski hep gelirdi aklıma. 10 yıldan beri vazgeçemediğim tek şeyimdi. yıkılmaz kalemdi. ondan baya bir satırı içimden okudum. kendimi teskin etmeye çalıştım. -pilota korkuyorum dedim- bende dedi. bukowski her şeyi daha kötü yapıyordu ve yapmıştı.

howard roark oldum. güçlü, yalnz ama güçlü. bencil ama mazereti sağlam. ölüm hiçbir şeydi, keskinliği acı veriyordu. roark olmak da bir rüyaydı benim için. bardamu olabilirdim belki dedim. celine'in bardamu'su. savaşmaktan nefret eden çaresiz nihilist bardamu. hayır o da feci korkardı. anlamsız bulurdu. o da kısa sürdü.

ben bendim. neysem oydum. düşündüklerim, okuduklarım, viskimin acı bitteri gibiydiler. gerekliydiler. ama ben bendim. ben burdaydım. onlar ise orda. hiç tanışmamıştık bile. tanışmamıza imkan da yoktu. aslına bakarsanız gerek yoktu. yeni birileriyle tanışmamak için epeyce sebebim vardı. yeterince insanla tanışmıştım zaten. yüzlerce insan. yüzlerce kalp yüzlerce ayak yüzlerce meme yüzlerce saç kılı... kendimle bile anlaşamıyordum. tuvalete gitme kararı vermek için bile 5 dakika münazara yapmam gerekiyordu kendimle. kararsızdım. hep yorgundum. tembelliğim bütün vücudumu sarmıştı. ellerim ayaklarım bana karşı isyan bile etmiyorlardı artık. bana küsmüşlerdi. gidip bir köşede hepsi kafaları çekiyordu sanki. kulağımda morrissey. dışarda londra.

korkuyordum. yemek artığı bekleyen köpekler gibi çaresizdim. ihtiyacım olan tek şey gözümü açtığımda her şeyin daha beter olacağı ülkeye varmamdı. bunu biliyor olmak daha da tahrip ediyordu üstelik beni.

kulağımda morrissey. dışarda londra. havaalanında bir araf.

kaçırdım 22:45 uçağını. dışarı çıkıp bir sigara yaktım. sonra sarışın bir hatun bana merhaba dedi. merhaba dedim. türktü. kız mükemmel görünüyordu. olağanüstü görünüyordu. sabahladık onla. o da uçağı kaçırmıştı. sabah uçağını beraber bekledik.

sanki yıllardan beri tanıyorduk birbirimizi. güldük. salaklığımıza saatlerce güldük. beraber bindik uçağa. hemen viski istedim zaten bitik olan bedenimi daha bitirmek için. hayır sarhoş olup korktuğumu kıza belli etmemek için. sızmışım. gözümü açtığımda marmara'nın üzerindeyiz dedi bana.

valizini gittim aldım hükümete para öderken. onu bekledim. sonra kahve içtik beraber. ve uzaklaştık birbirimizden.

tesadüf eseri tanışmış, kaynaşmış belki de birbirimizin yalnızlıklarına ilaç olmak için kaynaymış ve günü sonunda birimiz x yönüne birimiz ise y yönüne doğru gitmişti. onu bulduğum için mi şanslıydım yoksa kaybettiğim için mi şanssızdım bilemiyordum.

kendime hep böyle oluyor dedim. iki yabancı eninde sonunda yine iki yabancı oluyor. ziyan edilmiş ilişkilerimi düşününce. hatanın pek de bende olmadığını düşündüm. bu biraz hızlı gibiydi ama ne farkederdi, sonuç hep aynıydı. bu denklem hiç insandan yana değildi.

2 hafta onu düşündüm. sonra unuttum. zaman her şeyin ağzına süratla sıçıyordu. hiçbirimizin şansı yoktu. bukowski vazgeç diyordu...

bryan cranston


breaking bad'in walter white'ı ya da heisenberg'i. breaking bad ile birlikte nasıl kocaman bir oyuncu olduğuna şahitlik ettiğimiz çok büyük oyuncu. diziyi neredeyse tek başına aldı götürdü 3 sezondan beri. tabii ki diğer oyunculara haksızlık etmek istemem örneğin bir dean norris'e ama bryan cranston çok acayip şeyler yapıyor genel toplamda.

aslında bir komedi oyuncusu. malcolm in the middle'daki saf ve temiz baba rolü ile hatırlayacaktır herkes onu. diğer amerikan yapımı komedilere de bir iki bölüm misafirlik etmişliği vardır ama kalesi yıkılmaz kalesi breaking bad oldu bu adamın.

bir kimya öğretmeni olarak karşımıza çıktı. bir tane engelli ama zeki çocuğa ve bir tane kadına sahip, ailesini daha iyi geçindirmek için fazla mesai yaparak araba yıkayan bir lise öğretmeni olarak karşımıza çıktı. dünyayla gayet uyumlu, kural ve nizam bilen dürüst bir beyaz amerikandı o ilk başlarda.

ama bu orospu dünyada o da bakire kalamadı ve crystal meth işine girdi kanser olduğunu öğrendikten sonra. sırf ailesine daha iyi bir yaşam verebilmek için. ve bir dönüşüm izledik ondan sonra. heisenberg adını alan ve bir bad ass'e dönüşen adamı izliyoruz 3 sezondur.

akıcı ingilizcesiyle, sakar, telaşlı halleriyle, jest ve mimikleriyle on numara bir portre çizdi dizide. iki seneden beri de emmy ödüllerinde en iyi aktör ödülünü kimseye kaptırmadı. alnının akıyla aldı.

öyle bölümlerde öyle oyunculuk dersleri verdi ki bu adam şapka etkilenmemek imkansız. 1. sezonda kendi hakkına tecavüz eden adamın arabasını yaktığı sahne örneğin, yılların sünepeliğini üstünden atttığına dair bir yürüyüşü ve bakışı vardı ki ...

tuco denen uyuşturucu baronunun mekanına gidip orayı patlattığı ve racon kestiği sahneden unutulmazdı. elinden o kimyasalı atışı, parasını ve hakkını istediği o an...

yine 1.sezonda yeni yeni meth yapmaya başladığı anda jesse ile birlikte karavanı kontrol edemeyip çuvalladıkları an, başlı başına bir trajediydi suratındaki cranston'ın...

iki tane meth üreticisine mall çıkışı verdiği '' my authority'' ayarı da feciydi...

doktorun ona kansersin dediği anda; '' kanserim, tedavi edilemez '' repliğinde suratında oluşan çaresizlik ve ölüm çağrısı

araba yıkarken gelip patrounun onu azarlamasından sonra, ellerini taşşaklarına götürerek bağırdığı sahne...

ya da 3. sezonda kahpe karısı skyler'a dediği ''i'm manufacturer ,not a dealer''' nasıl unutulur.

ani patlamalarla dolu bir karakteri mükemmel yaratmıştır kendisi. en son izlediğim 3 sezon 12 bölümde ise , adamları arabayla ezdikten sonra, jesse için yerde yatan dealer'ın kafasına sıkıp jesse'ye '' ruunn'' dediği an olayı bitirmiştir.

kısacası bir fenomen yaratmıştır bryan cranston breaking bad ile birlikte. büyümüş büyümüş kocaman olmuştur. takdir edilesi.

8 Haziran 2010 Salı

yaprakların trajedisi

kuraklığa uyandım ve eğreltiotları ölüydü,
saksı çiçekleri mısır gibi sararmış;
kadınım gitmişti
ve boş şişeler kanı çekilmiş cesetler gibi
sardı beni işe yaramazlıklarıyla;
güneş hala iyiydi ama,
ve ev sahibemin notu bükülmüş
hoş ve talepsiz saramışlığında; şimdi gereken
iyi bir komedyendi, eski tarz bir şakacı
absürd acı üzerine şaka yapacak; acı absürddür
çünkü vardır, hepsi bu;
dikkatle traş ettim eski bir jiletle
bir zamanlar genç olan ve
dehası olduğu söylenen adamı; ancak
yaprakların trajedisi bu işte,
ölü otlar, ölü bitkiler;
ve karanlıklar bir hole yürüdüm
ev sahibemin dikildiği
tüm nefretiyle dediğim dedik,
sallayıp şişman, terli kollarını
canın cehenneme diye yırtınıp
yırtınıp kira kira diye
çünkü yamuk yapmıştı dünya
ikimize de.

1 Haziran 2010 Salı

yenileme

zor değildir
kötü bir şiiri yırtıp atmak...
bir zamanlar
iyi olan
ama artık
uyuşturucunun pençesinde
mahvolmuş
katı ve bölük pörçük
bir şeye dönüşmüş kadından
kurtulmak
çok daha zordur...
nereye gitti
ve neden?
zor değildir
kötü bir şiiri yırtıp atmak
daha iyisini yazabilirsin
muhtemelen...
ama bir insan mahvolduğunda
her zaman bir nedeni var mıdır?
elbette elbette
elbette...
ama acısı
hep aynıdır
ve şaka
ölülerin ölmekte olanlara
ölüm dağıttığı
bu kentin
ya da herhangi
bir kentin
en iğrenç şakalarından
biridir...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

her şeyimiz var ama hiçbir şeyimiz yok

"çığırtkanlar, rahibeler,
bakkal çırakları
ve senin için bir şey...

bizim her şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok
bazı erkekler bunu kilisede yaparlar,
bazı erkekler kelebekleri ikiye bölerek
bazı erkekler de palm springs’de
cadillac ruhlu kaymaksarışınlara
kayarak
cadillac'lar ve kelebekler
her şey ve hiçbir şey,
katolik yortusu'ndakilerin birinde
son nefese eriyen yüz.
çığırtkanlar, rahibeler,
bakkal çırakları ve senin için bir şey var...
sabahın sekizinde bir şey, kütüphanede bir şey
nehirde bir şey,
her şey ve hiçbir şey.
mezbahada tavan boyunca
bir kancaya asılı gelir, ve sallarsın onu bir
iki
üç
sonra yakalarsın, 200 dolar değerinde
et, kemikleri senin kemiklerine yaslanmış
bir şey ve hiçbir şey.
ölmek için hep yeterince erkendir ve
daima fazla geç,
ve beyaz lavaboda kan denemesi
sana hiçbir şey anlatmaz
ve mezarkazıcıları sabah 5 kahvesiyle
poker oynarlar, otların donu kırmasını
beklerken...
sana hiçbir şey söylemezler.

her şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok
cam kenarlı günler ve nehir yosunlarının
akıl almaz leş kokusu ;boktan daha berbat;
damalı hamle ve karşı-hamle günleri,
tükenmiş merak, yenilgi de anlamlı
zafer kadar; katır misali ağır günler
gevrek bir griye bulanmış
ve kafese kapatılmış
alakarga ve çit kuşlarının arasında oturan bir kaçığın
sokağında
somurtkan, güneş-çarpmış ve posası çıkmış,
yük taşıyan katır misali.
iyi günler de var şaraplı ve bağırtılı, ara sokaklarda
kavgalı, kasıklarında inleyerek dolanan kadınların
şişman bacakları,
boğa döğüşü arenalarında,
capri ana diye yırtınan elmaslar misali tabelalar,
yerde biten ve sana
ölü orduları seni soyup soğana çeviren aşkları unutmanı
söyleyen menekşeler.
çocukların;
vücutları hala mesaj iletip hissedebilecek,
kilitler maaşlar idealler mallar ve böcek gibi fikirler
olmaksızın bir aşağı bir yukarı koşturabilecek kadar
canlıyken sana vücutlarından mesaj yollamaya çalışan
vahşiler misali
komik ve zekice şeyler söylediği günler.
kapısı kilitli yeşil ir odada
bütün gün ağlayabileceğin günler,
bacakları uzun olduğu için ekmekçiye
gülebildiğin günler, çitlere
baktığın günler...

ve hiçbir şey, hiçbir şey, patronların
günleri, nefesi kokan büyük ayaklı
sarı adamlar, kurbağalara
benzeyen adamlar, sırtlanlara benzeyen, melodi hiç
icadedilmemiş
gibi yürüyen adamlar, iş verip işten atıp
kar etmenin zekice olduğunu düşünen adamlar,
masraflı karılarını, oyulacak ya da fiyaka satılacak
yada beceriksizliklerinden duvarla ayırılacak
60 dönümlük bir arazi gibi sahiplenen
adamlar, manyak oldukları için
seni öldürebilecek ve yasaya uyduğu için
haklı çıkabilecek adamlar, 10 metre genişliğinde
pencerelerin önünde durup da bir bok göremeyen adamlar,
lüks yatlarıyla dünyayı gezebilen
ama yine de yelek ceplerinden çıkamayan
adamlar, salyangoz gibi adamlar, yılanbalığı gibi, sümüklü
böcek gibi, ve sümük gibi...

ve hiçbir şey, bir limanda, bir fabrikada,
hastanede, bir uçak fabrikasında, atari salonunda,
berber dükkanında, zaten istemediğin
bir işte son maaşını alman.
gelir vergisi, hastalık, köleleşme, kırılmış
kollar, kırılmış kafalar bütün içine doldurulanlar
eski bir yastık misali dökülür.
bir şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok.
kimisi bir süre idare edecek kadar takılır
ve sonra bırakır. şöhrete kapılırlar, iğrenirler
yaşlanırlar yada kötü beslenirler yada
gözleri bozulur veya çocukları vardır kolejde
belki yeni arabadır sebep yada isviçre'de kayak yaparken
belleri kırılmıştır veya yani politikalardır yada yeni eşler
yada sadece doğal değişim ve çürümedir
dün on raund boyunca yumruk salladığını
yada üç gün üç gece sawtooth dağlarının eteklerinde içki içtiğini
bildiğin adam
şimdi bir yorganın veya bir haçın
yada bir mezartaşının altında
veya kolay bir hayalin etkisine kapılmış,
yada bir incil taşır yanında veya bir golf çantası yada
evrak çantası: nasıl da değişirler, nasıl da! hiç
değişmez sandığın herkes.

böyle günler. senin bugünün gibi.
belki de pencerendeki yağmur
sana ulaşmaya çalışıyor. ne görüyorsun bugün?
ne var? neredesin? en iyi
günler bazen ilk günlerdir, bazen
ortadakiler ve hatta bazen de sonuncular.
boş arsalar fena değildir, kartpostallardeki
avrupa kiliseleri idare eder. balmumu müzelerinde
en üstün kısırlıklarında dondurulmuş insanlar
idare eder, korkunçturlar ama idare ederler. bilardoda sayıyı
düşün, bilardo sayısını, ve kahvaltıda yediğin
tostu, yeterince sıcak kahveyi, dilin
hala yerindedir, bilirsin. pencerenin dışında
üç tane sardunya, kırmızı olmaya çalışırlar
ve pembe olmaya ve sardunya olmaya. elbette kadınlar bazan
ağlar, elbette yokuşu çıkmak istemez
katırlar. detroit'ta bir otel odasında
sigara mı aranıyorsun? güzel bir
gün daha. birazcığı. ve vardiyaları biten
canlarına yetmiş hemşireler binadan çıkarken, sekiz hemşire
hepsinin adı ve gideceği yer
farklı avluda yürürler, kimi kakaosunu ve gazetesini,
kimi sıcak bir banyo ister, kimi de bir erkek, kimi
hiçbir şeyi düşünmüyordur. yeterli
ve yetersiz. arklar ve hacılar, portakallar
su olukları, eğreltiotları, antikorlar, kağıt mendil
kutuları.

en harbisinden bazen güneşte
amforaların hafif tütsü hissi
ve eski savaş uçaklarının konservelenmiş sesleri vardır
ve içeri girip parmağını
pencerenin kenarına sürsen toza
bulanır, belki de toprağa.
ve dışarı bakarsan pencereden
gün orada olacaktır, ve
yaşlandıkça bakmaya devam edersin
devam edersin
dilin biraz içeri çekilir
ah ah hayır hayır belki
bazıları doğal yapar bunu
bazıları müstehcen bir tarzda
her yerde."

hem bir sürü şey ekleyebileceğiniz
hem de hiçbir şey ekleyemeyeceğiniz bir şiir.
hem şiir bu' dur diyip
başka da bir şey diyemeyeceksiniz zaten...

25 Mayıs 2010 Salı

herhangi bir adam

insanlar fazla düşünmüyorlar artık

eve ölmeden gelebildiğin için şanlı sayıldığın bir devirdeyiz

çelik yeleklerimiz evlerimiz

elinde bond çantan kulağında bluetooth ile yürüyen adam; evet

o olabilirdin sen

filistin'de bir çocuk da olabilirdin sen

bir şahinin gözü bir aslanın pençesi olabilirdin sen

ailenin hayırlı en evladı da olabilirdin

komşu bakkalla tavla oynayan herhangi bir esnaf da olabilirdin sen

kadınların vazgeçemediği adam olabilirdin sen

ukala olman gerektiği için ukala olabilirdin

korkularının ta kendisi olabilirdin sen

daha iyimser olabilirdin mesela gece 11'de yatıp sabah kuş sesleriyle uyanabilirdin

her şeye yeniden başlayabilirdin

entelektüel biri de olabilirdin, tek derdin yönetmen filmin ağzına sıçmış olurdu

cesaretini toplayıp evinden dışarıya adım da atabilirdin

ve telefonları susmayan o ilgi orospularından biri de olabilirdin sen

bir çocuğun babası da olabilirdin

bir kadına koca olabilirdin

ama olamadın, olmadın

herhangi bir yerde herhangi biri olamadın

evine girip kapının arkasını vurup

sertçe bir bakış atmayı yeğledin pencereden

sertçe ve nefret dolu.

onu bile beceremedin aslında.

çünkü sen yapmaktan çok yapma fikrine aşıktın.

böyleydin.

ve böyle olduğunu yıllar önce farketmiş,

ama normal görüneyim diye anormalleşmiştin.

ve bu yüzden herhangi bir yerde herhangi biri hiçbir zaman olamamıştın...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

sevgiliye çiçek almak

ne zaman bir çiçekçinin önünden geçsek ya direkt ya da dolaylı bir şekilde söylüyordu çiçek almam gerektiğini. bende bunun spontane olması gerektiğine inanıyordum açıkcası. canım istemeli ve bunu onun aklında hiç yokken alıp onu şaşırtmalıyım diye düşünüyordum. her defasında o benden daha önce düşünüyordu. daha önce hiç kimse ona çiçek mi almamıştı, çiçek fetişisti miydi , yoksa beni mi tartıyordu bilemiyordum. insan kadınların zihnindekileri anlamaya çalıştıkça onlar gibi oluyor. çok tehlikeli yaratıklar.

daha önce kimseye çiçek almamıştım. özel bir şey olsun istedim ve özel bir günde ona sürpriz yapayım dedim. sabah kalktım. çiçekçiye gittim. ne alacağımı bile bilmiyordum. çiçekçi nasıl olsun işte dediğin de ''ya kokulu mokulu çiçek işte'' demiştim. adam neredeyse ''ilk kez' mi diyerek bakışı attı bana. utandım. biraz da gerginleştim.'' o zaman güllü müllü bir şeyler yapalım'' dedi kadınlar her daim sever gülü. tamam dedim. ''kaç tane koyim'' dedi, gülden bahsediyordu. kararsız biriydim. ve kararsızlığım anlaşılmasın diye de mütemadiyen saçmalardım. üstünkörü kararlara imza atardım. 15 tane koy dedim. adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. ''biraz fazla olur'' dedi sığmayabilir. 10 yap o zaman dedim. neyse bir demet yaptı. baya afili duruyordu. ''kaç para bu ''dedim. bir an önce ordan çıkmak istiyordum. 3 sene öncesinin fiyatıyla 100 tl dedi. ohalanmıştım. daha hediye de alacaktım. taksi parası vardı. hemen 5 olsun ya dedim. şimdi anlamıştım erkeklerin neden çiçek almak istemediklerini. çok pahalıydı çünkü siktiğmin bitkileri.

taksiye elimde gül ile bindim. utanıyordum amk. arkaya oturdum. armada adlı alışveriş merkezinde durdurdum taksiyi. bir tane ayakkabı almak idi niyetim. sabah daha 10.30 filandı. mağazalarda kimse yoktu. kafamda bir tane şapka elimde çiçekle. - gerginim ya çiçeği takside bırakmayı bile unutmuşum- mağazadan içeri girdim.

satış görevlisi çocuk benim içeriye gireceğimi görünce, arkasındaki çalışan kızlara dönüp '' hadi yine şanslısınız '' demesin mi.. beni çiçekçi sanmıştı güya mağazada çalışanlardan birine çiçek getiriyordum. hemen atladı ben içeriye girdiğimde '' kimin adına geldi '' diye sordu... hayır dedim ayakkabı alacağım ben. pardon dedi gülmemek için kendini zor tuttu. '' nasıl yardımcı olabiilim''?

iyice gerginleşmiştim. okula gittim. arkadaşını aradım. bir kıza çiçek nasıl verilir en ufak bir fikrim yoktu. kız arkadaşı ben şuraya getireyim sende karşısına çık ver dedi. sürpriz olsun. tamam dedik. kampüste elimde bir çiçek kendimi üstüme işenmiş gibi hissediyordum. kendimi çok kötü hissediyordum. çiçeği bir sağ elime alıyor bir sol elimi alıyordum. neremle tutacağımı bilmiyordum. salaklaşmıştım. en son 14 yaşında ilk kez milli olurken bir orospıyla, ereksiyon olamadığımda böyle olmuştum.

neyse hatun gözüktü, ben geri çıktım. yaklaştı. köşede duruyordum. geldi. ta ta ta taaam diye çıktım köşeden. haaaa dedi bayıldı.

kızı korkutmuştum. hayvan gibi bir bağırtıyla çıkarsan tabii karşısına... kolonya falan derken revirde zor ayılabildi.

al çiçek dedim.

öküzsün sen dedi.

haklısın dedim.

bir daha çiçekçi dükanının önünden bile geçmedim.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

sinek ve sevgili vızıltısı

beynimin içinde yıllardan beri bir ses

'' dur yapma , sen bu değilsin''

kes sesini!

yan odada bir misafirim uykusunun derinliğinde

yazarak hayatta kalmaya çalışılan siyah bir salonda tembellikten notasyonlar

gözyaşlarının artık akmadığı gözler

beynimin içinde yıllardan beri bir ses

'' işte bu tam sana göre bitir şu işi''

hayır biliyorum sen sadece bir sessin. sen sadece filmlerde olabilirsin


'' asla istediğin biri gibi olamayacaksın, sen busun''

başarızlık kahverengi bir bok gibi mütemadiyen kurtulamadığım

başarısızlık beynimin içinde bir vücut

başarısızlık beynimin içindeki ses

başarısızlık sıçarak unutmaya çalıştığım

lambasever bir sinek ve sevgili vızıltısı gibi kafamın içinde dönüp duran...

katil gülümser

eski sevgililerim hala ariyorlar
kimi geçen yildan
kimi önceki
kimi de daha önceki yillardan.
iyi bir şeydir yürümeyen
ilişkileri bitirmek
başarisiz olduğun insandan
nefret etmemek
hatta unutmamak da
iyidir.

ve bana başka biriyle şanslarinin yaver gittiğini
ve mutlu olduklarini söylediklerinde
hoşuma gidiyor.

beni aldattiktan sonra
bütün mutluluklari hak ediyorlar.
hayat çok daha güzel görünüyor onlara
benden sonra.

onlara
kıyaslama imkanı
yeni ufuklar
yeni kamışlar
huzur
ve bensiz bir
gelecek verdim.

telefonu her kapatışımda
adalet yerini buldu, diye hissederim.

18 Mayıs 2010 Salı

güneşin yüzü

günesin yüzü denli muhtesemdir bogalar
ve bayat kalabaliklar için öldürseler de onlari,
bogadir atesi yakan,
her ne kadar korkak bogalar da varsa da
korkak matadorlar ve korkak erkekler gibi,
genel olarak boga saftir
ve saf ölür
sembollerden, hiziplerden ya da sahte asklardan uzak,
ve onu sürükleyip götürdüklerinde
ölen bir sey olmaz,
bir sey geçmistir
ve neticede kokusmus olan,
dünyanin kendisidir.

güneş merhamet buyuruyor

ve güneş merhamet buyuruyor
ama fazla yükseğe taşınmış bir meşale misali,
boydan boya kırbaçlar görüntüsünü jetler
kurbağa gibi zıplar füzeler,
çocuklar haritalarını çıkarır
iğnedenliğe çevirir ayı,
eski çürük peynir,
orda hayat yok
ama dünyada fazlasıyla;
yıkanmamış Hintli çocuklarımız
bacak bacak üstüne atıp flüt çalarak,
göbekleri içe çökmüş, açlıktan ölürken,
açlık kokan havada yılanların
şuh kadınlar misali kıvırtışını izleyerek;
füzeler zıplar,
avcıları ve sürüyü geride bırakırken
yabani tavşanlar gibi zıplar
günü geçmiş kurşunların yerine;
Çinliler hala yeşim işlerler,
sessizce açlıklarına pirinç tıkarak,
bir açlık ki bin yaşında,
ateş ve türküyle ilerler çamurlu nehirleri,
istemsiz beklemenin sürüklenen
direkleri iter mavnaları
yüzen evleri;
Türkiye'de kilimlerinin üstünde
kıbleye dönüp
sigara içerek gülen
ve parmaklarını gözlerine sokup kör eden
mor bir tanrıya dua okurlar,
tanrılar böyle işte, yaparlar;
ama füzeler hazırlar: her nedense
değersizdir artık barış,
küçük bir göldeki nilüfer yaprağı
misali sürüklenir delilik, hissiz daireler çizerek;
kırmızı yeşil ve sarılarına batırıp
resim yapar ressamlar,
şairler uyaklara döker yalnızlıklarını,
müzisyenler her zamanki gibi açtır
ve romancılar kaçırır meselenin özünü,
ama pelikan kaçırmaz, martı kaçırmaz;
pelikanlar dalıp dalıp yükselir
şok geçiren yarı ölü radyoaktif balıkları
gagalarında sallayarak;
evet, gerçekten de
sümükle yıkar kayaları sular;
ve Wall Street'te
anahtarını arayan bir sarhoş gibi sendeler borsa;
ah, işte bu sıkı bir şey olacak, allahın izniyle
tekrar yılana götürecek bizi, deniz böceğine,
ya da şanslıysak eğer,
katalizi uzun dişli fosil kaplana götürecek,
maden çukurunun içinde
kırık kask, cihaz ve cam parçalarının üzerinde
resim çiziktiren kanatlı maymuna götürecek;
çatırdayarak girer şimşek
pencereden içeri ve bir milyon odada
aşıklar yatar kenetlenmiş, yitik
ve barış gibi hastalıklı;
kırmızı ve turunca çalmaya devam eder gökyüzü
ressamlar için -ve aşıklar için,
her daim açtıkları gibi açar çiçekler
açar ama üzerlerinde
füze yakıtlarının ve mantarların,
zehirli mantarların ince tozu var; zaman kötü,
bulantılı bir zaman -perde,
III.sahne, sadece ayakta yer var,
SATILDI, SATILDI, SATILDI yine,
tanrı tarafından, birileri ya da birşeyler,
füzeler generaller ve liderler tarafından,
şairler doktorlar komedyenler
sabun ve bisküi üreticileri
ve iki yüzlü seyyar satıcılar tarafından
kendilerine özgü ustalıklarıyla satıldı;
şimdi kömür yağı tabakasıyla kirletilmiş
tarlaları görebiliyorum, bir-iki salyangoz,
safra, yanardağ taşı, sığ sularda
bir-üç balık, kaynağımızın
ve gözlerimizin yergisi...
daha önce hiç olmuş muydu bu?
kendini kuyruğundan yakalayan
bir daire mi tarih,
bir rüya, bir kabus mu,
bir generalin hayali, bir başkanın,
bir diktatörün hayali mi yoksa...
uyanamaz mıyız?
yoksa yaşamın güçleri daha mı yüce bizden?
uyanamaz mıyız? sevgili dostlar,
uykumuzda mı ölmeliyiz sonsuza dek?

11 Mayıs 2010 Salı

mean streets


1973 yılında ait siyah beyaz bir new-york filmi. martin scorsese ve robert de niro'nun ilk ortaklıkları. bir nevi taxi driver'ın cast denemesi denilebiir zira harvey keitel'da başrolde.

new-york sokaklarında geçer film. aşk, küçük çapta gangsterlikler ve dostluğun filmidir kendisi. scorsese'nin değeri anlaşılamayan filmlerinden biridir nedense. ben filmi izlemek istediğimde baya zorlanmıştım divx'ini bulmakta arşiv yapma gibi bir takıntım olduğundan torrentle işim olmuyor maalesef.

robert de niro'nun gerçekten bu filmde de yarıp geçmiştir oyunculuğuyla. serseri adam rolleri bu adama bir başka yakışıyor. keşke hep genç kalsaymış dedim filmi izlerken içimden. bir diğer husus ise harvey keitel. o da bambaşka bir adam zaten. scorsese'in de niro ile birlikte sinema dünyasına yaptığı en büyük sevaplardan.

leaving las vegas


neredeyse tüm sahneleri intihar üzerine olan yegane bir film. nicholas cage'in en kudretli oyunculuğunu sergileyip oscar'ı da kaptığı filmdir ki onlarca büyük prodüksiyonlarda görev alan bir oyuncu olarak mütevazi bir bütçeyle çekilmiş filmde bunu alması da şaşırtıcıdır aslında. zaten film tv için düşünülmüştür evveliyatında. benim için nicholas cage'in bringing out the dead ile birlikte en güzel filmidir leaving las vegas. insani boyutların ötesinde bir oyunculuğu vardır. insan bir noktadan sonra artık yorulur.

filmin hikayesi kısaca; karısından ayrılan bir adamın las vegas'a gelip alkolle kendini öldürme çabasını konu almakta. adamımız ( ben anderson) bir orospuyla tanışır ve gerçekten kaybetmiş iki insanın yolları vegas'ta kesişir ve olaylar da hemen gelişir. aşk üzerine , hayat, ölüm üzerine çok güzel tiradların , diyalogların olduğu bir başyapıt. bir alkoliğin trajedisi.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

breaking bad: x


trajedi nedir sorusunu tamamiyle bünyesinde barındıran bir dizi. yapış yapış değil, ağlak ağlak değil, sert bir çivi gibi beyne saplanıyor içerdiği trajedi.

tesadüf eseri başladığım bir diziydi. bir kimya öğretmeni kanser oluyor ve bad ass'e dönüşüyor. ilgimi çekti biraz. devam ettim. akabinde her bölüm sonunda pc başında sigaramdan derin derin nefesler alırken buldum kendimi.

her bölümü bir film gibi. her karakteri büyülüyor oyunculuklarıyla insanı. kamera açıları, açılışları, bitişleri, tertemiz kadrajları , diyalogları kısacası mükemmelite...

en son 3.sezon 7 bölüm yayınlandı. bugüne kadar seyrettiğim en güzel en mıh bölümlerden biriydi. hank'in son dakikası adamı içine sıçırtacak cinstendi.

çok etkiliyor bu dizi beni. yaklaşık 15 tane amerikan dizisi takip eden hastalıklı asosyal biriyim. ama breaking bad kadar beni etkileyen bir dizi izlemedim henüz. ve kendime en yakın hissettiğim dizi, film vs karakteri kesinlikle walter white : bryan cranston : ya da diğer namıyla heisenberg.

çok garip bir kelime var bu diziyle alakalı , onu tamamen özetleyen müthiş bir kelime,

ama ben bulamıyorum onu.

6 Mayıs 2010 Perşembe

bitmeyen kahve

mayıs ayı geldi geçiyor. ilk bir haftası bitmek üzere ve benim içimde bir şeyler söylemek, düşünmek, yapmak üzerine en ufak bir kıvılcım yok. öylece bekliyorum evimde. müzik, içki kahve ve sigara ile. ne kızıyorum ne gülüyorum. sadece kaşınıyorum ve öylece bekliyorum.

24 Nisan 2010 Cumartesi

25th hour


edward norton'un harika monologu...

yeah . fuck you . too.
fuck me? fuck you .
fuck you and this whole city
and everyone in it.
no. no. no. no. no.
fuck the panhandlers
grubbing for money.
smiling at me behind my back.
fuck the squeegee men
dirtying up the clean
windshield of my car.
get a fucking job.
fuck the sikhs
and the pakistanis
bombing down the avenues
in decrepit cabs.
curry steaming out their pores.
stinking up my day.
terrorists in fucking training .
slow the fuck down !
fuck the chelsea boys
with their waxed chests
and pumped-up biceps.
going down on each other
in my parks and on my piers.
jiggling their dicks
on my channel 35!
fuck the korean grocers
with their pyramids
of overpriced fruit
and their tulips and roses
wrapped in plastic.
ten years in the country.
still no speakee english .
fuck the russians
in brighton beach .
mobster thugs sitting in cafes.
sipping tea in little glasses.
sugar cubes
between their teeth .
wheelin' and dealin'
and schemin' .
go back
where you fucking came from .
fuck the black-hatted hasidim
strolling up and down
4 7 th street
in their dirty gabardine
with their dandruff.
selling south african
apartheid diamonds.
come on .
your wife deserves this.
fuck the wall street brokers.
self-styled masters
of the universe.
michael douglas-gordon gekko
wannabe motherfuckers
figuring out new ways
to rob hardworking people blind .
send those enron assholes
to jail for fucking life.
you think bush and cheney
didn't know about that shit?
give me a fucking break.
worldcom .
fuck the puerto ricans.
twenty to a car.
swelling up the welfare rolls.
worst fucking parade
in the city.
and don't even get me started
on the dominicans.
'cause they make
the puerto ricans look good .
who's this fuckin' guy?!
get the fuck outta here!
fuck the bensonhurst ltalians
with their pomaded hair.
their nylon warm-up suits.
their st. anthony medallions.
swinging their jason giambi
louisville slugger baseball bats
trying to audition
for ''the sopranos.''
fuckin' crack
your fuckin' head open !
fuck the upper east side wives
with their hermes scarves
and their $50
balducci artichoke.
overfed faces
getting pulled and lifted
and stretched all taut
and shiny.
you're not fooling anybody.
sweetheart.
fuck the uptown brothers.
they never pass the ball .
they don't want to
play defense.
they take five steps
on every layup to the hoop.
and then they want to
turn around
and blame everything
on the white man .
slavery ended 1 3 7 years ago.
move the fuck on .
fuck the corrupt cops with
their anus-violating plungers
and their 4 1 shots.
standing behind a blue wall
of silence.
you betray our trust!
fuck the priests
who put their hands
down some
innocent child's pants.
fuck the church that protects
them . delivering us into evil .
and while you're at it.
fuck j .c.
he got off easy --
a day on the cross.
a weekend in hell .
and all the hallelujahs of the
legioned angels for eternity.
try seven years
in fucking otisville. j .
fuck osama bin laden .
al qaeda.
and backward-ass cave-dwelling
fundamentalist assholes
everywhere.
on the names of
innocent thousands murdered .
l pray you spend the rest
of eternity with your 7 2 whores
roasting in a jet-fuel fire
in hell .
you towel-headed camel jockeys
can kiss my royal lrish ass.
fuck jacob elinsky.
whining malcontent.
fuck francis xavier slaughtery.
my best friend .
judging me while he stares
at my girlfriend's ass.
fuck naturelle riviera.
l gave her my trust.
and she stabbed me in the back.
sold me up the river.
fucking bitch .
fuck my father
with his endless grief.
standing behind that bar.
sipping on club soda.
selling whiskey to firemen
and cheering the bronx bombers.
fuck this whole city
and everyone in it.
from the row houses of astoria
to the penthouses
on park avenue.
from the projects in the bronx
to the lofts in soho.
from the tenements
in alphabet city
to the brownstones
in park slope
to the split-levels
in staten lsland .
let an earthquake crumble it.
let the fires rage.
let it burn to fucking ash .
and then let the waters rise
and submerge this whole
rat-infested place.
no.
no. fuck you .
montgomery brogan .
you had it all .
and you threw it away.
you dumb fuck!

maço cehennemi

tamam, benimle yaşayıp sonra düzüşecek, kokain çekecek, içki
içecek ya da sadece konuşacak yeni
bir erkek arayışıyla beni terk eden bütün kadınları
şimdi bağışlıyorum.

artık genellikle can sıkıcı
ve yapı itibariyle
duygularını iyi ifade edemeyen
biri olduğumu biliyorum, dahası
genellikle aynı şeye ve/veya şeylere
ilgi duymuyorduk.

ama o zaman
bağışlamanın ya da anlamanın
benim için çok zor olduğunu
bilmenizi isterim; duvarları ya da
yapılmamış yatağı ya da yerdeki
gazeteyi seyrederek geçirdiğim
maço cehenneminden
farksız birçok gece hatırlıyorum; dakikalar
beynimin içinde boğulmuş;
ve ortalığa kadın eşyaları saçılmış olurdu mutlaka:
yatağın üzerindeki giysiler, yerde ayakkabılar, etajerin
üzerinde ruj, banyoda saç fırçası...

bir kadının başka bir erkeği bana yeğlemesini
bir türlü anlayamayan
değerli benliğim vardı bir de.
kabullenmeyi reddederek
sabaha kadar odada volta attığım
birçok gece var, iki büklüm,
iki elimle midemi tutarak 'siktir, siktir,
siktir...' diye söylenerek.

ve unutmaya çalışmak, ucuz barlara gitmek,
arayış içinde, nadiren bir şey bularak, bulunca da
aslında hoşlanmadığın bir rolü oynamak, kabul
edilmesi gerekeni zarafetle kabul etmektense
ucuz bir intikam peşinde koşmak.

benim için birini terk etmeseydiniz ya da
biri sizi terk etmeseydi hiçbirinizi tanıma
fırsatı bulamayacağımı biliyorum şimdi--
o berbat gecelerle birlikte anımsanan
iyi gecelere içiyorum; işler yolunda gittiğinde
herkes kadar mutlu olabildik
ve bana sunabileceğinizin en iyisini
sunduğunuz için hepinize müteşekkirim;
yüreğimde yaşamaya devam edeceksiniz ve
bir yerlerde bir cennet varsa şayet
bir gün hepiniz
orada olacaksınız
büyük beyaz köpekbalığı
esarette
şaşkın gözlerle, şaşkın aptal gözlerle
sonsuza dek dönüp duruken.

23 Nisan 2010 Cuma

orospuya gerçek adını sormak

türk erkeklerinin kronik kişilik bozukluklarından biri. ne farkediyorsa yatakta adının mehtap yahut sevtap olması.


- adın ne gız?

+ mehtap

- o değil gerçek adın amk

+ sevtap

- o değil gerçek adın

+ mehtap

- o değil gerçek adın.........

o değil gerçek adın... sonsuza gider bu. güya çok çakal ya ilk cevapta hemen anladı yalan söylediğini. vay amk.

22 Nisan 2010 Perşembe

inanmak istenilen yalanlar

yorgun ve bitkin bir şekilde okuldan çıkmıştım. ağır ağır ilerleyen trafikte evime doğru yol alıyordum. hava bok gibiydi. tasviri mümkün olmayan bir bokluk içindeydi. yarım saatten fazla süren bir yolculuktan sonra tam durakta inmek üzereydim, telefonum çaldı. zaman zaman görüştüğüm bir arkadaşım arıyordu. bazen telefonlarına bakmazdım. boş şeylerden bahseder, boş hayallere kapılır ve buna karşısındakilerin de inanmasını beklerdi. bu sefer nedense hiç düşünmeden açtım. yanında kızlar olduğunu, tek kalmak istemediğini ve yakınsam benim gelmemi söylüyordu. içinde kız olan bir ortamı eğer türkseniz reddetmeniz bir zor olabiliyor, ama çok yorgundum. gidip kendimi orda pazarlayamayacak kadar yorgundum. beynim reddetmek istiyordu bu teklifi. önce hayır dedim ben eve gidiyorum. ısrar edeceğini biliyordum. dayanamayacağımı biliyordum. kabul ettim. bitkin bir şekilde baya bir yol yürüdüm. bi an ne kadar boş bir insan olduğumu, hemen taksiye binip uzaklaşırsam daha erdemli olacağımı ve kendimi daha iyi hissedeceğimi düşündüm. uzun sürmedi. çünkü iradesiz biriydim. yapamazdım.

bu duygularla daha fazla uğraşamayacağımı anlayıp, kızlara konsantre olmuştum. nasıllardı acaba? sarışın severdim ben, keşke sarışın olsalardı diye içimden geçirdim. nasıl göstermeliydim acaba kendimi. olduğum gibi mi? yoksa espriler yapan güleç yüzlü bir piç mi olmalıydım? yoksa ağır mı takılmalıydım, tom waits gibi mi bakmalıydım? saçmalama dedim. neden bu kadar kastın ki şimdi? hem belki çok çirkinler. belki iğrençler. ama ya güzellerse...

en son bi kadına karşı samimi olduğumda, kendim olduğumda çığrından çıkmıştım onu hatırladım. 1 sene süren bi ilişkiydi 3 seneme malolmuştu. bu yüzden bi kadınla ilk tanıştığımda kim olacağıma karar veremiyordum. yıllarca kişilik bölünmesi yaşamış, en sonunda da kendimi kaybetmiştim. bilemiyordum. yorgundum. zaten mütemadiyen karar veremezdim. kararsız, aceleci, ağzına geleni söyleyen bi tiptim.

oturdukları cafeye ulaşmıştım. onları gördüm. 2 kız bir erkek. arkadaşımın hangisini bana pasladı düşüncesiyle yanlarına doğru yaklaşıyordum. biri esmer biri sarışındı. merhabalaştık ve tanıştık. bir tane kahve istedim. ve on arkadaşımın esmere elini atmasıyla onla oynaşmasıyla sarışının bana kaldığını öğrenmiş oldum.

tam bir afetti. gözleri mavi teni beyazdı. saçları dalgalıydı. ve tahrik edici bakışlara sahipti. kim olma gel-gitleri yaşarken kontrolü tamamen yitirmiştim. yorgundum.

sudan bir sürü muhabbetten sonra - okul nasıl, dersler şöyle, ortam böyle, şuralıyım 3 kardeşim var vs- sinemadan söz açılmıştı. tam benim ilgi alanımdı. şimdi en iyi atışımı yapacağım ve halil pazarlamaya taş çıkartacağım diye düşünmüştüm. yıllarca günde 3- 4 film izleyerek asosyal bir hayat sürmüştüm münzevi evimde. bu mevzu benlikti ve bu kızı istiyorum demiştim. ona 2 hafta sonra sırılsıklam aşık olacağımı biliyordum. genellikle seviştikten sonra aşık olan biriydim. bilemiyorum öyleydim işte.

derken; konu closer'a gelmişti. hani şu kahrolası jude law'ın filmi olan closer.

kız sarkastik biriydi ve bu hoşuma gitmişti. bi an telefonu çaldı. uzaklaştı konuştu geldi. bir şey düşünmemiştim. sonra mesajlaşmaya başlamıştı. o bittikten sonra closer ile ilgili konuşmaya devam etmişti.

bi an nedense; onu birine benzettiğimi ama kime benzettiğimi bulamadığımı söylemiştim. - dünyanın en klişe tanışma süreci cümlelerinden biridir denemeyin-

o da bana gülerek;

benim seni jude law'a benzettiğim gibi mi demişti. o, arkadaşı ve arkadaşım kahkalar eşiğinde gülmüşlerdi.

bende bi an öyle olduğumu sanmıştım. ama dalga geçmişti benle eve gidince kapıyı açtığım ilk anda karşıma çıkan aynada durumun farkına varmıştım.

yaralamıştı beni.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Arabalar 'Ne Olurdu Acaba' Diyen insanlarla Dolu


At yarışlarından dönerken
yeşiller içinde bir kadın gördüm
her tarafı göt ve meme--karşıdan karşıya
geçen baygın bir ruh
sarhoş ve yeşil bir antilop kadar seksi
kaldırıma gelince ayağı takıldı ve
yere düştü
öylece pisliğin içinde oturdu durdu
arabamda oturup onu
seyrediyordum
sanki hiç birşey olmamış gibi
öylece kayıtsız hissettim kendimi
bu yeşil yaratığa bakıyordum
aniden 20 metrelik bir kamyon geldi
ve tam kadının önünde durdu
adam inip bayanı ayağa kaldırdı.
beyaz çalışma giysileri içindeki
bu genç adamın yüzü kızardı
kızın vücudu nefisti, gerçekten de öyle
ama düşecek kadar da aptaldı,
yaşamı da öyledir garanti
birer kule misali yüksek topuklar üzerinde
yalpalanmaktadır
durup bembeyaz dizlerini ovaladı
aptal, korkak sarışın ve yalnız genç adam
kadınla konuşmayı sürdürdü
ama kadın birden
en yakın barın nerede olduğunu sordu
adam sırıtarak caddenin sonunu gösterdi
artık pes etmişti
kamyonuna bindi
20 metrelikmobilya, battaniye
ve soba dolusu
caddede yoluna devam etti
yeşil antilop bara girmek üzere
karşıya geçti
sallanarak ve titreyerek
titreyerek ve sallanarak
öyle birşey işte
gözlerimiz ona takılmış
izliyorduk
arkamda arabalar birikmişti
iri yarı biri korna çaldı
vitese taktım
marketin önünde
arabayı ikiye katlayacak
büyüklükteki çukurun önünde
biraz yavaşladım
diğerleri de beni takip etti
çukurun önünde yavaşladılar:
18 arabanın içindeki erkekler
aynı şeyi
kaçıp giden adamı düşünmekteydiler
'ne olurdu acaba' --
güneş batmak üzereydi
trafik ağır ilerliyordu
yaşam ne kadar da dayanılmazdı.

20 Nisan 2010 Salı

ezan okunurken aşık olmaktan vazgeçmek

upuzun bir kahpeydi. saçları kısaydı turuncuya çalardı. ilk kez okulda öğrenci işleri sırasında görmüştüm onu. 1 saat sonra da bulunduğum sınıfa adımını atmıştı. okulun daha ilk haftasıydı. öncesinde hiç görmemiştim kendisini. heralde alttan ders alıyor diye içimden geçirmiştim hoca dersi anlatmaya başladığında. sadece önüne bakıyor hiçbir şekilde kimseyle göz temasında bulunmuyordu. kendisini ağırdan satan kahpelerden diye düşündüm hemen. böyle çok kız tanımıştım ve işimin kolay olacağı düşüncesiyle arsız bir mutlulukla doldurmuştum içimi o an. hedefti o artık benim için. yeni oyuncağımdı. yeni heyecanımdı. sabah erkenden kalkıp çocuklar gibi kendimi okula hazırlama sebebimdi. karılar gibi. metroseksüel ilan edilmiş zavallı milenyum erkekleri gibi.

otoparkda görüyordum hep, arabası vardı. mini eteğiyle eğilip oturunca penthouse'dan fırlama gibi oluyordu. bir filmin içinden çıkıp gelmiş gibi yürüyordu. yüzü o kadar da güzel değildi diyordum kendi kendime, yüz önemlidir diyordum. içimi siktiri boktan bir karamsarlık almıştı ve bu şekilde kendimi avutmaya çalışıyordum. onu elde edemeyecektim. hatta tanışamayacaktım. bu kız gerçekten diğerleri gibi değildi. ağırdan almıyordu. ağırdı. kendine has bir havası vardı. tamamen gerçekti bu kahpe. diyerek bir zamanı böyle harcadım.

kantinde onu gördüm bi gün. biriyle konuşuyordu. konuştuğu benim tanıdığım bir hatundu. hemen gittim hızlı hızlı. hatuna ne diyeceğimi bilmeden koşar adım yürüdüm. çok sigara içerdim, soluk soluğa kalmıştım. bizim kıza selam verdim. o da naber len diyerek mevzuya daldı. turunculu orospu hala yüzüme bakmıyordu. ilk gördüğünde merhaba der gibi ağzını bükmüş sonra yüzünü benim olduğum yörünge dışında her tarafa çevirmişti. şöyle böyle derken bizimm hatun öğle yemeğine çağırdı. turunculu da gelecekti hem. hemen kabul ettim.

yemeğe gittik. biraz espri yaptım. gülümsedi. iki gün sonra yine gittik bu sefer güldü. sonra sınıfta yanına oturdum ismiyle hitap ediyordum artık. beraber sigara içmeye beraber yemek yemeye gidiyorduk. okul dışında da görüşmeye başlamamız 2 haftamızı almıştı. kahveler içiyor, nargileler tüttürüyorduk.

bu kızda beni çeken bir şey vardı. ses tonu, şuh kahkaları, mini etekleri, dolgun dudakları ve sert memeleri... ona aşık değilim diyordum, elde etmek istiyordum ilk önce, sonra zaten aşık olurdum. kendimi nasıl olsa kaptıracaktım biliyordum. yıllarca kadın milletinden çok şey çekmiştim. geneli yaralamıştı beni. önyargılarım vardı ama hep başa dönme isteğim de vardı aşktan kadınlardan tamamiyle bir türlü vazgeçmemiştim. her zaman temiz bir sayfa bulsam yazılmak istediğimi düşünürdüm. ama yoktu öyle bir sayfa da derdim. zaman zaman ağır triplere giriyordum. histeri krizlerine girip çıkıyordum.

1 ay kadar zaman turuncuyla sevişeceğim günü hayal ettim. kaptırmıştım da kendimi. onla yemek yapmayı, iyi bir müzik ve içkiden sonra sabahlara kadar tavşanlar gibi yatakta dönüp durduğumuzu, amerikan aşk filmlerindeki orospu çocukları gibi birbirimize türlü munzurluklar yaptığımızı hayal ettim. arkadaşlarıyla aramı iyi yapmış, her şeyi kontrolüm altına aldığımı sanmıştım. kimin ağzını yoklasam tamam bitti artık siz oldunuz lafları işitiyordum. turunculunun arkadaşlarına söylediği de bu şekilde şeylerdi.

artık o günün geldiğini hissetmiştim. güzel bir yerde buluştuk. daha önce hiç açmadığım konuları açmıştım. nolacaktık biz demiştim. olacağız demişti. ağzıma çalınan balla sevindirik olup yine hayallere dalmıştım.

iki gün sonra, telefonlarıma cevap vermedi. ilk zamanlar bunu yapardı ama sonra bu huyundan vazgeçerdi. acaba yine tirp mi atıyor diye düşünürken siktir et üstüne gitme dedim kendi kendime.

derken; bir gün sonra onları gördüm. el ele sinemaya giriyorlardı. çok yakışıklı bir orospu çocuğu vardı yanında. dışarı çıkıp bir sigara yaktım. ezan okunuyordu. yukarı bakıp sövdüm. eve gidip yattım.

niye böyle olmuştu saatlerce düşündüm. defalarca aramama rağmen telefonuna bakmıyordu. arkadaşlarına sorduğumda onlar da şaşırmışlardı. bilmiyoruz diyorlardı. ertesi gün gidip bildiğim ne kadar küfür varsa edecektim, suratına sıçacaktım. ucuz intikam duygularıyla sabahı zor ettim.

okula gittim. öğlen ancak görebildim. iğrenç bir güneş vardı. otoparkta yakaladım.

- ya inanamıyorum dedim.. sen ve o... diye devam edecekken..

+ lütfen uzatma olan oldu üzgünüm. dedi.

ne zaman bir konuşma için hazırlık yapsam sıçıp batırır heyecanlanırdım spontane yaşardım çünkü mütemadiyen.

arabasına binip gitti sonra. uzaklaştı aniden. öylece kalakalmıştım ben.

bir sigara yaktım. ezan okunuyordu. yukarıya bakıp sövdüm. daha şiddetli sövdüm.

eve gidip yattım. zil çaldı. kapıcı aidat istemeye gelmişti...

siz aşk nedir bilmezsiniz

Siz aşk nedir bilmezsiniz dedi Bukowski
Ben elli bir yaşındayım bir bakın bana
Genç bir güzele aşığım
Kötü saplandım bu işe ama O'nun da hali kötü
Fakat olacaksa böyle olsun
Kanlarına giriyorum onların ve kurtulamıyorlar benden
Herşeyi deniyorlar kaçmak için
Ama sonunda hep geri dönüyorlar
Hepsi geri dönmüştür bana
Ama gördüğüm bir tanesi dışında
Ağlamıştım ardından
Ama kolay ağlardım o zamanlar
Çocuklar sert içkileri yaklaştırmayın yanıma
Acımasız oluyorum o zaman
Burada oturuyor bütün gece
Bira içebilirim siz hippilerle birlikte
Bu biradan on beş litre içerim ve
Bana mısın demem, su gibi gelir bana
Ama bir defa koklatın sert içkileri
Pencereden dışarı atmaya başlarım insanları
Kim olursa olsun fırlatırım dışarı
Bunu yaptım daha önce
Ama siz aşk nedir bilmezsiniz
Bilmezsiniz çünkü hiç aşık olmamışsınızdır
İşte iş bu kadar basit
Genç bir fıstık buldum şimdi, öyle güzel ki..
Bukowski diyor bana, Bukowski diyor o minicik sesiyle
Bense ne var diyorum
Ama aşk nedir bilmezsiniz siz
Size ne olduğunu anlatıyorum ama dinlemiyorsunuz
Aşk buraya kadar gelip kıçınızı dürtse
Bu odada içinizden birinin ruhu duymaz
Şiir okuma toplantılarının boktan bişey olduğunu düşünürdüm
Bana bak ben elli bir yaşındayım ve çok dolaştım
Boktan diyorsam öyledir
Ama sonra dedim ki kendime Bukowski
Aç kalmak daha boktan
Sonuçta işte buradasın ve hiçbirşey olması gerektiği gibi değil
O adam neydi adı Galway Kimel
Bir dergide resmini gördüm
Yakışıklı bir suratı var ama öğretmen
Tanrım düşünebiliyor musunuz
Eyvah sizler de öğretmensiniz
Size de küfrediyor oluyorum o zaman
Hayır o adamın adını hiç duymadım
Ne de ötekinin, hepsi birer asalak
Belki egom yüzünden artık çok fazla okumuyorum
Ama, şu ünlerini beş altı kitap üstüne
Kuran insanlar var ya,
Hepsi birer asalak
Bukowski diyor bana bu kız
Niçin klasik müzik dinliyorsun bütün gün
Sizi şaşırttım değil mi
Benim gibi kaba ayyaş birisinin
Klasik müzik dinleyeceğini düşünmezdiniz
Brahms, Rachmaninoff, Bartok, Tdeman
Kahretsin burada yazamıyorum
Çok fazla sessiz, çok sayıda ağaç var burada
Şehirleri severim, en uygun yerler benim için
Her sabah koyarım klasik müziğimi
Ve oturup yazı makinemin başına
Bir puro içerim bakın işte böyle
Ve Bukowski derim sen şanslı bir adamsın
Bukowski bu belaların hepsini atlattın
Ve sen şanslı bir adamsın
Ve mavi duman yayılır masamın üstüne
Ve pencereden dışarı Delengpre Caddesi'ne bakarım
Ve derin nefes alır ve yazmaya başlarım
Bukowski işte yaşam budur derim kendi kendime
Yoksul olmak iyidir, basur olmak iyidir, aşık olmak iyidir
Ama siz nasıl birşey olduğunu bilmezsiniz
Sevgilimi görseydiniz ne dediğimi anlardınız
Buraya gelince baştan çıkacağımı düşündüm
Tam böyle olacağını bildi, böyle olacağını bana söylemişti
Allah kahretsin ben elli bir yaşındayım o ise yirmi beşinde
Birbirimize aşığız ve o beni kıskanıyor, Tanrım bu güzel birşey
Buraya gelip baştan çıkarsam, gözlerimi oyacağını söylemişti
Alın işte aşk sizlere
İçinizden hangisi bilir böyle birşeyi
Sizlere birşey söylemeliyim
Öyle adamlarla tanıştım ki hapishanede
Üniversitelere ve şair toplantılarına giden
İnsanlardan çok daha fazla yol-yordam bilen insanlardı
Kan emicidirler onlar, bütün görmek istedikleri
Şairin çorapları kirli midir acaba ya da koltukaltları kokuyo mudur
Ama sizden şunu hatırlamanızı istiyorum
Bu odada yalnız bir tane şair var bu gece
BELKİ DE BU ÜLKEDE YALNIZ BİR TANE ŞAİR VAR BU GECE
O DA BENİM
İçinizden kim biliyor yaşamı, içinizden kim biliyor herhangi birşeyi
Hangi biriniz hayatında işinden kovuldu?
Ya da sevgilisine dayak attı ya da sevgilisinden dayak yedi
Beş defa kovuldum ben Senis and Rocbuck'tan
Kovmuşlar, tekrar kovmuşlardı beni
Otuzbeş yaşındayken tezgahtarlık yapıyordum onlara
Sonra kurabiye çalarken yakalandım
Ben nasıl olduğunu bilirim çünkü ONLARDAN GELİYORUM
Elli bir yaşındayım ve aşığım
Şu gencecik güzel şey diyor ki bana: Bukowski
Ve ne var diyorum, O ise
Sen pisliğin tekisin diyor bana
Ve bebeğim beni anlıyorsun diyorum
Bu dünyadaki tek güzel şey O
Kadın ya da erkek bu tür hareketine katlanacağım tek kimse
Ama siz aşk nedir bilmezsiniz
Hepsi geri döner bana sonunda, her biri geri döner
Yalnız o sözünü ettiğim bir tanesi,
Hani o sözünü ettiğim bir tanesi
Yedi yıl birlikte yaşamıştık, çok içerdik
Bir avuç memur görüyorum ben bu odada
Şair filan yok aranızda, hiç şaşırmadım bu işe
Şiir yazmak için aşık olmak gerekirdi
Ve siz aşık olmak nedir bilmiyorsunuz ki
Sizin derdiniz bu!
Şu ağır içkiden verin biraz bana
Tamam buz istemem güzel
Güzel işte çok güzel böyle
Haydi bakalım gösteriye başlayalım
Ne dediğimi hatırlıyorum
Ama bir tek atacağım yalnızca
Ne de güzel tadı var şu meretin
Haydi uzatmadan bitirelim bu işi
Yalnız bundan sonra kimse durmasın
Açık pencerenin yanında

19 Nisan 2010 Pazartesi

morrissey


şu günlerimin değişmez adamı, bugünlerimin vazgeçilmez kitabı, filmi, bilmemneyi gibisinden başlayan girişler vardır bazı cümlelere, yok işte bu öyle bir şey değil. morrissey'den bahsediyorum, abartıyorum belki, belki çok büyütüyorum gözümde, ama tüm zamanlarımın özetidir kendisi. kendi ruhuma en yakın bulduğum müzisyenlerden biridir. belki şarkı sözü yazarı olsam, müzik yeteneğim olsa, onun gibi bir şey çıkardı ortalığa. özelimdir, dokunulmazımdır, mabedimdir, kutsalımdır, sığınağımdır, yaralı ceylanımdır benim kısacası morrissey...

the smiths'deyken de acayipti, sonra kendi başına yol aldı daha acayip bir şey oldu.

münzevidir, aksidir, genellikle mutsuzdur, arızalıdır, istenmeyen sevgilidir, buruktur, mütemadiyen kaybedendir. ama naiftir de, bir sevgiliye söylenecek en güzel şeyleri söylemiştir, yapış yapış duygusallıktan uzak, özel bir adamdır. özel duyguları özel davranışları olan antik yunan insanlarından...

ingiltere'nin belki de en yüce gruplarından biri olan the smiths'deyken daha bir dünya şarkıları yazardı. daha geniş bir perspektifi vardı. varoluşu betimlemeye çalışır, tanrının olumsuz olduğundan bahseder, kendisini terkeden sevgililerine kavgada söylenmeyecek laflar ederdi. kusardı. patlardı. ama sonuçları efendilikle de kabul eder voltasını alırdı vakur içinde.

sonra anlaşamadı dağıttı grubunu sonlara inanan moz... tek başına oldu. şarkılarının altyapısı hiç değişmedi. the smiths'in adı değişmişti sanki sadece, aynı altyapıda şarkılar gelmeye başladı. you are quarry ile tavan yaptı. herkesin moz başlangıcı oldu bu albüm.

çok uzattık;

çok tuhaf şarkıları var herifin. çok tuhaf sözleri var. hayatın içinden çıkan bıçak gibi laflar. çok gerçek. insanı yıpratan bir gerçeklik. dağıtan siktiri boktan hayat detayları. ama-sı olmayan yarım cümleler.

kolay değil bu yüzden moz olabilmek. kolay değil bu yüzden o sözleri söyleyebilmek. bedbah bir çocukluğunuz varsa, imkansızdır neredeyse düz bir hayat yaşamanız.

18 Nisan 2010 Pazar

kutsal kitapların para karşılığı alınabilmesi


bir tuhaflık göstergesi.

yahu yazarı tanrı bir kere değil mi bu kitapların, ya da dur! editör tanrı, yazar peygamberler diyelim. her neyse , ulvi bir yaratık olduğu aşikar. öyle senin benim gibi barlarda hatun avlamaya ya da avlanmaya çalışan tiplerden değil yani. hani o derece çok ciddiye alınacak şahsiyetler.

o kadar yazılmış işte, şarap ayini, baba , kutsal ruh, oruç, sünnet, ağlama duvarı , cennte cehennem, loca, halk tribünü gibisinden.

yahu o kadar şey yazılmış, neden parayla satılmaz bunlar kutsaldır denmemiş hayret ediyorum ve bildiğin esefle kınıyorum.

ağzımızı kutsallar hakkında açtığımızda , bizi bulsalar ıslak değnekle dövecek raddeye gelenlere soruyorum, peki o zaman bu kadar kutsal fetişisiniz, neden para gibi dine hiç yakışmayan, imanla , hijyenle zerre alakası olmayan bir şeyi birleştiriyorsunuz?

günler ve hissettirdikleri


pazartesi: kesinlikle en boktan gün. haftanın başı. pazar sonrası rehavetinin bir türlü atılamaması. bu yüzden de sanki mesai saatinin uzadığını hissetmek. birilerine para kazandırmak için sabah erkenden kalkma maratonunun başlangıcı. cuma'ya daha çok var , bu hafta bitmez duygusu.

salı: garip bir gün. pazartesi'nin etkilerinin atılmaya başlandığı ve tekrar iştigal edilen neyse ona motive olunmaya başlandığı bir zaman silsilesi. cuma'ya hala daha çok var.

çarşamba: kritik bir gün. perşembe'nin bir adım gerisinde olması ve cuma'ya gidilen yolda önemli bir mevkide bulunması düşündürücü. işe ya da okula tamamiyle alışıldığı, tam motivasyon başlangıcı.

perşembe: en kral günlerden biri. cuma için tüketilmesi elzem. isim de karizmatik gelir bana. perşembe yahu. insan adı bile yapılabilir.

cuma: sabahı, insanın kendini en iyi hissettiği zamanlardan biridir hayatta. hem okula hem işe gitmek zevklidir. programlar bu günün öğle arasından sonra başlar ve ihtimaller insana hoş bir keyif verir. akşam şurda ihtimalim sabah şurda uyanma ihtimalim gibi.

cumartesi: çalışanlar için lanet bir gün. havanın güzel olması bunu daha da çekilmez yapabilir. çalışmayanlar için ise fırsat maliyeti yaratan günlerden. alternafi bol olan insan için bunun ivmesi daha da hızlanıp insanı şımarık bir penguen haline bile getirebilir.

pazar: avrupa'da intihar edilen günlerin başında gelen bir gün(müş). sabahı ve öğlesi güzeldir. ama akşam hava karardıktan sonrası ertesi gün erken kalkacaklar için berbat bir zaman dilimidir. yarının pazartesi olduğunu düşünmek ve bu hissiyatla nefes alınan zamandan zevk alamamak. yaşamadan yaşayacaklarını düşünüp içine girilen sendrom.

erkekler tuvaletinde oluşan kaos


erkeklerin spontane hareketler yapmasına neden olandır. kaostur umumi erkekler tuvaleti bir çok erkek için. herkes bir tuhaf davranır nedense. işeyip el yüz yıkanıp aynadan yan taraftakine, arkadakilere ve kendine sıkı, sert her an kavga edecekmiş gibi bakmak olmazsa olmaz ritüellerindendir.

gerginiz toplumca birader. herkes bir aşağılık kompleksi içinde sürdürüyor hayatını. herkeste bir yara bere mevcut. tuvalette bile rahat olamıyoruz. hep birlikte işerken bile tedirginiz. pisuvardaki tedirginlik, acaba biri sikime bakıyor mu düşüncesi, özgüveni olanın sikini gösterme çabası, olmayanın sağ ya da sol elinin işaret parmağıyla onu büyük gösterme yahut gizlemeye çalışma çabası... bu çabanın yarattığı komik durum, tuvaletin dışında bekleyen sevgilinin yanına gidildiğinde içerdeki adamdan eser kalmamış olması...

tuvalet bile mahalle baskısının olduğu mekanlar bizim için.. orda bile ne tadını ne simasını bildiğimiz toplum bize hakim. acabalarla dolu işeme süreci, paranoyaklık, hızla ordan çıkma telaşı...

teknolojinin 2020 yılında tanrıya ulaşması


nereye varacak ulan bu teknoloji sorularının cevabıdır.

- samsung gururlar sunar, '' srz666''

özelliikleri;

- günah yazıp silme

_ 1200 kadar sevap kaydedebilme

- haftanın 2 günü sağnak yağmur yağdırabilme

- bulutlara şekil verebilme

- 70 yıla kadar yaşam garantisi

- rüyalardaki hatunu buldurabilme

- 3293993 hızında istediğini yanına getirebilme

ve heroes'daki karakterden bir mix yapabilme.

hepsi sadece srz666'da

üstelik kdv'si de bizden, sadece 5000 tanrı euro'suna sizin olabilir.

blue mountain state


1.sezon tanıtım afişinden de anlayacağınız üzere baya seksi bir dizi. amerikan işi. amerikan üniversite gençliği dizisi, amerikan futbol takımı elemanlarının hayatı. amerikan pastası filan diyeceksiniz ama yok öyle değil. daha bir güzel bu. daha bir eğlenceli. daha komik, kurgusu daha sağlam, anlattığı hikayeler daha gerçek, oyunculuklar daha iyi, her bölüm 20 dakika. çerezlik bir şey anlayacağınız üzre. mevzular, seks, gece partileri, arkadaşlık ilişkileri, alkol, uyuşturucu vs. ilk sezon bitti 13 bölüm olmak üzere. ben sevdim. insan izleyip izleyip hayıflanıyor tabii gençliğe bak diye. biz nerelerde kimlerle muhattap olmuşuz diye. ama güzel boşver.

bir vavien yazısı


başrollerinde engin günaydın, binnur kaya ve settar tanrıöğen'in olduğu taylan biraderlerin yönettiği, senaryosunu daha çok ilginç şeyler çıkarıp burhan altıntop etiketini üstünden bir çırpıda atacağına inandığım engin günaydın'ın yazıverdiği tokat'ta geçen bir sen-ben öyküsü. anadolu insanı öyküsü. dün gece dvd'den izleme fırsatı bulduğum sımsıcak bir battaniye gibi insanı sarıveren son yıllarda çekilmiş en iyi türk filmlerinden biri. zaten iflah olmaz bir coen brothers fanatiği olan bünyeyi(bendeniz) fevkaledenin fevkinde içine alıveren bir film. kapkara bir komedi.

futbol basit bir oyundur. önemli olan onu olabildiğince basit oynamaktır der johan cruyff. engin günaydın'da kara film türünün böyle bir şey olduğunu çok iyi biliyor. beceriksiz, aptal anti-kahramanlar, masum birkaç insan, saçmasapan olaylar silsilesi vs.. kara film türünün kaba özellikleri. bunların hepsini çok iyi işlemiş. basit oynamış futbol diliyle. tek top yapmış. anlatmak istediğini anlatmış. vavien metaforunu da gayet iyi kullanmış. vavien fransızca anlamıyla gel-git demek. elektrik akımının gelip gitmesi.

gel-git'ler yaşayan bir adam çizmiş celal adında (engin günaydın). mutsuz bir taşralı. 20 yıllık elektirikçi ama yeteneksiz depresif bir adam. karısıyla yatağa girmekten utanan bir adam. karısını beğenmeyen taşralılardan.ergen bir çocuk ve saf bir kadına sahip. her mutsuz anadolu erkeği gibi mutluluğu pavyonlarda arayan, bütün parasını karısına yalan söyleyerek gittiği pavyonlarda bırakabilen amsalak bir karakter. karısı var en safından. kocasından başka bir şey düşünmeyen her şekilde onu affeden, affetmek isteyen ( binnur kaya). çocuk var erkeğinden. ergenlik çağında, o da mutluluğu mastürbasyonda arıyor. annesi babası evde yokken porno izleyip mastürbasyon yapıyor mütemadiyen.

ve olaylar gelişiyor işte bundan sonra. herkesin aa benim bi tanıdığım var, aa bizim mahallede, köyde şunlar şunlar da böyle diyebileceği türden.

filmin en etkileyici sahnesi;

kocası celal'in yaptığı tüm adiliklere, kötülüklere rağmen, son sekansların birinde sevilay'ın evde onunla yaptığı para muhabbetidir bence. orda işte diyorsunuz anadolu kadını sadakati böyle bir şey işte. metropol orospularından sıtkı sıyrılıyor insanın. aklına geliveriyor ulan eskiden böyle kadınlar vardı diye. hala var merak etmeyin. çankaya'dan, etiler'den, bağdat'tan, park caddesinden, filistin'den kafanızı çıkarmanız biraz geldiğiniz yerlere bakmanız yeterli olacaktır.

derken; binnur kaya aşmıştır resmen bu filmde. yüce bir oyuncudur şahsımda kendisi. filmdeki çoğu sahnede, içimden geçirmedim değil, böyle bir masumiyete sahip olmak, sevilay gibi biriyle beraber olmak için neler vermezdim diye. ama izin vermezler biilyorum. izin veremem biliyorum. o iş zor biraz .

izleyin abi bu filmi. on numara film. günlük hayatın sersemliğinden sıyırıyor insanı. mutlu mutsuz arası bir şey oluyorsun. filmde öyle zaten. mutlu mutsuz bir film.

çirkin samimiyeti


önemli olan
geçmişte yaşadıklarımdan sonra
içimde birkaç şiir
daha kalması
benim kalmam
ve yaşadığım bütün kentlerde ve
yerlerde
her zaman
sevdiğim
bu duvarların
hala burada olması
ve radyonun çalması.

şiirin adı mutfaktan yağan talih. barındığı kitap gece çılgın ayak sesleriyle yıkıldı. kısacık bir şey. ama çok şey anlatır. en sevdiğim varoluş şiirlerinden biridir. en sevdiğim charles bukowski şiirlerinden biridir. en sevdiğim şiirlerden biridir.

10 Nisan 2010 Cumartesi

eminem


sevdiğim herif. benim için en baba rock yıldızlarından bir farkı yoktur.

hep şöyle bir algı vardır, rock yıldızları daha dişe dokunurlardır, müzikleri daha değerlidir, rapçi tayfa para peşinde koşan , görgüsüz, özenti, beş para etmeyen müziklerin insanlarıdır diye. uzun süre adı rap olan müziğin sevilmeme nedeni de burda gizlidir.

sikmişim tüm bunları. prensiplerim yoktur benim. seviyorum bu adamı. arızalı çünkü. ne olursa olsun kavgalı hayatla.

bazı adamlar vardır ölümüne karamsar olurlar çirkinlerdir.. söverler ağız dolusu tükrükle ama en fazla mizah duygusu gelişmişler de onlardır.

çok fazla önemsemezler çünkü bazı şeyleri, rahattırlar, ölümü sol ceplerinde taşırlar, o yüzden en hüzün verici kahkaların da hüzün verici hüzünlerin de sahipleri onlardır. işte bu herif de onlardan biri. onu biriyle tartışamayacak kadar seviyorum işte bu yüzden.

sevgiliyi sevişmek için eve çağırmak


bir erkeğin ya da bir hatunun yapabileceği ki üstü örtülü zaten yaptığı, en tabii eylemlerden biridir bu.

ya arkadaş ben çok sıkıldım valla artık çoğu şeyden. özellikle de samimiyetsizlikten. herkesin faraza, biraz sonra sevişecek olma ihtimaline karşın sanki öyle bir şey hiç yokmuş gibi davranmalarından sıkıldım. ülkede ne kadar genç varsa, üniversite öğrencisi varsa, sevgilisiyle bir bardan çıkarken, aklında 1 saat sonraki pozisyonlar olmasına rağmen, gecenin o saatinde, filmlerden, kitaplardan, artık sikik olmuş bok soslu felsefik akımlardan muhabbet etmesinden artık sıkıldım yahu. nedir yahu bu? saygı mı? ahlak mı? gelenek mi? nedir?

telefonda ya da msn'de cilveleşen çiftler görüyorum paso, hep böyle birbirlerini scrubble olsun, monopoly olsun, brad pitt'in son filmi olsun, için eve çağırıyorlar. gerçekten o an sevgilisiyle scrubble oynamak mı geçiyor acaba aklından? aklındaki müthiş kelimeleri sevgilisine göstermek ve zekasını kanıtlamak mı istiyor acaba içinden? ya da monopoly mi geçiyor? ne kadar bu ticari meselelere kafasının bastığını sevgilisinin görmesini mi istemekte?

- aşkım gel sevişmek istiyorum seninle.

bu kadar basit yahu. bu kadar kolay. lakin bizim buralarda, sevgiliyi sevişmek için eve çağırmak ayıp ama sevgiliyi becerecek olmayı bilmek , ona italyan yapmak, bacaklarını omza almak ayıp değil. aynı keza hatun için de bu geçerli.

beni sikmeli ama bunun direk söylememeli. beni siksin ama evde film izleyelim desin.

aynı duyguları hissedip, bu aynı duyguları birbirine söyleyemeden, bi yatağın içinde tavşanlar gibi dönüp durmanın neresindedir acaba aşk?

bu mudur yani?

8 Nisan 2010 Perşembe

tom waits diye bi adam var


en güzel gecelerin şarkılarının sahibi bir adam kendisi. hayatın fon müziği tadında sese sahip bir adam. seyyahın biri. ordan oraya elinde viski şişesiyle koşuşturmuş şarkılar yapmış zaman zaman filmlerde fantastik rollere bürünmüş. bu dünyadan olmadığı kesin ama bu adamın. antik yunan'dan geliyor sanki. bok içinde kalmış milenyumda nefes aldığına inanamıyor insan. gözleri başka, bakışları başka, hissettikleri başka. güzel bi adam vesselam.

üşenmedik tom waits top 10 yaptık. tamamen subjektif olarak. sıralama öylelemesine.

* all the world is green

* dead and lovely

* hold on

* alice

* martha

* russian dance

* i dont wanna grow up

* i hope that i dont fall in love with you

* waltzing mathilda

* romeo is bleeding

* little drop of poison

* misery is river of the world

* goin' out west

* sea of love ( cover)


* lonely

10 demiştik 15'ü bulmuşuz. idare ediverin artık :)

7 Nisan 2010 Çarşamba

breaking bad sezon 3 başladı


başladı birader kendine gel. sabırsızlıkla beklediğim lafını kullanıp abartacağım kadar güzel bir dizi olan breaking bad'in 3.sezonu başladı. lost'a değişmem o derece. en güzel uykularımı bölerim onun için, telefonları kapatırım, kitapları yarım bırakırım, gecenin 3'ün de yanına meze olsun diye tekel bayiine gidip sigaramı içkimi alırım. münzevi evimde kapatır ışıkları seyre dalarım bu güzel temaşayı.

bryan cranston top sakal yapmış yeni sezonda. sarı mı sarı kızıl mı kızıl. yine aşıyor oyunculuk meselesinde. tane tane on numara temiz aksanıyla yine mest ediyor insanı. karısı durumunu öğrendi. ev değiştirdi. bunalımda şu an 2 bölüm itibariyle. kanseri yendi karısı tarafından terkedildi.

jesse ise rehab'tan çıktı artık. yavaş yavaş sarıyor yaraları. işler karışıyor iyice. bakalım bu çılgın ikili ne zaman pişirmeye başlayacak yine yeni yeniden?

6 Nisan 2010 Salı

ask the dust


charles bukowski'nin tanrım dediği john fante'nin en etkileyici kitabı. 20'li yaşlarındaki genç, yoksul ve naif yazar arturo bandini'nin okuyanları yaralayan hayatını gözler önüne seren ilaç mahiyetinde bir kitap. bir solukta okunabilen ender şeylerden. acı ile mizah öylesine iç içe geçirilmiş ki fante tarafından yüreği sersemliyor insanın...fırından yeni çıkmış ekmek sıcaklığı ve kokusu var bunda...

kitabın fon müziğinde ise; tom waits, leonard cohen, morphine ve üçü bir arada fındıklı var. altını çizdiklerim şunlar;


* yoksul doğdun yoksul bir köylü çocuğusun bandini. seni günah işlemeye iten yoksulluk

* ayakkabıları varımdan yoğumdan daha değerli kadınlar arzuladım

* dindar bir adam günahı için nasıl dertlenirse öyle dertlendim

* değerlerin değişiminden yanayım ben. kiliselerden kurtulmalıyız, kilise aptalların ahmakların, cibiliyetsizlerin ve şarlatanların sığınağıdır.

* dünyada beni seven bir şey olsaydı, tek bir şey, bir böcek, bir fare hatta, ama o da mazide kalmıştı, ona sunabileceğim en iyi şeyin portakal olduğunu anlayınca pedro bile ( faresi) terk etmişti beni.

* çünkü senin nefretine mazhar olan birinin olumlu yanları pek çok olsa gerek.

* midem bisküvi yüreğim arzu doluydu.

* bara gidip bir bira söyledi. cebinden çıkarıdığı bozuk paralarla biranın parasını ödedi. birayı bana getirip burnumun dibine koydu. yaralamıştı beni.

* kendimi çok iyi hissediyordum ,soğukkanlı, deri değiştirmişcesine yeni.

* o denli yaraladılar ki beni, kitaplara sığındım, içime kapandım, kasabamdan kaçtım, ve bazen camilla, onları gördüğümde aynı acıyı hissediyorum, o eski yara kanıyor ve burda olmamalarından mutluluk duyuyorum.

* ama ben yoksulum, soyadımın sonu ünlü bir harfle bitiyor ve benden nefret ediyorlar, babamdan ve babamın babasından da, ellerinden gelse kanımı içerler ama yaşlanmışlar artık, güneşin altında ölüyorlar, oysa ben genç umut doluyum, yaşadığımız zamanı ve ülkemi seviyorum ve sana yağlı dediğimde yüreğim değildi konuşan, eski bir yara titreşti sadece. yaptığımdan çok utanıyorum.

* aşk her şey demek değildi. kadınlar her şey demek değildi.

öğrenir insan


öğrenir insan dayanmayı çünkü dayanmamak
dünyayı onlara devreder
ve onların gerçekten
sıfır kadar değeri yok.

dayanmak yürek ister
ve olasılıklar ne kadar kötüyse
zaferin tadı o kadar
iyi çıkar.

özgürlük
için savaşmak gerekir derler.
bunu biliyorum.
ama ben japonlarla, italyanlarla, almanlarla
ya da ruslarla
savaşmak zorunda kalmadım
özgürlüğüm için.
amerikalılarla savaştım; aile kurumuyla, okul
bahçesiyle, patronlarla, sokak hanımefendileriyle,
dostlarla, sistemin
kendisiyle.

sonu yok, elbette, savaşmanın.
zamanında varan bir tren gibi gelir zorluklar.
artık akşamdan kalınan bir sabah ya da
fabrikadaki üretim bandı olmayabilir sorun,
ihanet, yalan ve sahte
umut alır yerlerini.
uykumuzda bile sınandığımıza
inanıyorum, ve sık sık her şey o kadar
ölümcül bir hal alır ki
gülmekten başka bir şey gelmez elden.

biraz talih gerekir dayanmak için, biraz bilgi ve
makul ölçüde
mizah, çünkü kayıtsızlar daha da kayıtsızlaştı,
güçlüler daha da güçlendi,
bir zamanlar cesur olanlar ise
artık daha az cesur ve
bize kalan tek şey
filin ormanda sessizce durup ölümü bekleyişini
göz önünde bulundurmak,
insanların tekrar tekrar başarısızlığa uğrayışlarını,
rahibin dualarını unutuşunu,
aşkın ahmaklığa dönüşünü,
ya da soğuk yağmurların mozart'ın mezarını
ıslatışını. bütün bunlara ve daha birçok
şeye rağmen
insan öğrenir sonunda
dayanmayı.

5 Nisan 2010 Pazartesi

bir zamanlar kurt cobain vardı


yabancı müziğe ilgi duymaya başladığım zamanlarda - ki 12 13 yaşıma tekabül eder- kahramanlarımdan biriydi kurt cobain ve onun nirvana'sı. o taze bedenimi ve ruhumu da o vakitler çok etkilemişti, yaptığı şarkılar, sözleri, demeçleri ve intiharıyla... ergenlik zamanlarımın kralıydı bu herif. sabah akşam nirvana ayinleri yapıyorduk benim gibi birkaç zibidiyle birlikte. bir dönemdi geldi geçti. ama yeri özeldir kalbimizde her daim. bugün öleli 16 yıl olmuş. yani intihar edeli. 80'li yılları bitiren adamdı kendisi grunge rock ile. 80 li yılların sonlarında doğan x generation'un kalbiydi. bıraktı bir iz gitti işte...

1 Nisan 2010 Perşembe

ben ve ben ve ben


insanın kendini anlatması hem çok zor hem çok kolay
çocuktum sevdim bu dünyayı
top oynadım bahçelerinde
hep büyümek zorunda hissettim kendimi
büyümek zorundaydım
şimdilerde yaş aldığımı görmek ise hüzne boğuyor beni
yaşam uğrunda mücadeleye değmeyecek kadar güzelmiş anladım
serseriydim
biraz çürümüştüm
tahrip olmuştum
gereğinden fazla düşünmüştüm
aşık olmuştum
vazgeçmiştim
tekrar tekrar denemiştim
kenar mahalle entelektüeliydim
yorgundum
sarhoştum
korkardım
ama değişemezdim
böyleydim
hayatın hep lehime olacağını bilemesem de
heyecanlıydım
kendime aşıktım
iyi ki vardım
iyi doğdum...

geçmişin berbat izlerini silmesi dileğiyle güzel günlere güzel sonlara...

the painted bird


"önde koşmak arka da kalmak kadar tehlikeliydi.
her yanlış adım hareketi yavaslatır, her dusen öz kardeslerinin ayaklari altında ezilirdi.....
oysa hepimiz yalnız oldugumuzu ,gavrilalarin,mitkalarin ve öteki dostlarin, yaşantimizdan gelip gectigini bilmeli,anlamalıydık.insanlar anlaşamadıklarına gore dılsızlıgınde bır onemı yoktu.birbiriyle takısır,birbirlerinden hoslanir,opusur ya da tepsirdi.ama herkes yine kendisini düsünürdü."

korkunç bir kitap.

31 Mart 2010 Çarşamba

voyage au bout de la nuit


türkçesi gecenin sonuna yolculuk. yazarı fransızlardan louis-ferdinand celine.

bukowski'nin pulp'nı okurken sıkca rastladığım bir isimdi louis-ferdinand celine, sonunda dayanamadık gittik en baba kitabı denilen ve baya da bi kalın olan bu kitabı tedarik ediverdik. eskişehir'de o zamanlar yeni açılan kahve dünya'sında hemen ilk yüz sayfasını okuyuverdik. bana çok karikatür gelirdi böyle umuma açık yerlerde kitap okumak fakat kitaba göz atardım hep bir iki sayfa. ne olduğunu anlamadan 100'ü devirmiştim bi anda ki etraf da o kadar sessiz sayılmazdı.

celine denen bu amcanın fransız edebiyatında şöyle bir ehemmiyeti var anlatalım kısaca; fransız edebiyatına argo dilini yükleyen, nahoş ve keskin diliyle milleti ilk çıktığı zamanlarda baya bir geren bir kişiymiş. bu yüzden yazıları sıkmıyor insanı. akıp gidiyor bi anda. günlük konuşma diliyle yazıyor zira. ki bu fransızlar için edebiyatta kilometre bir taşıdır.

kitabın içeriği ise ikinci dünya savaşı sırasında nihilist bir fransız doktorun - yani celine'in ta kendisinin- başından geçenlerle, düşündükleriyle ilintili. savaşın hiçbirşeye varan bir denklemler kümesini anlatmasıyla şahsımda on numara bi yer işgal etmiş, hemen hemen her bir cümlesi quote niteliğinde bir kitaptır.

bukowski'ni de yazı stilini belirlemesinde önemli bir konumu vardır bu kitabın ve celine'in anlatım dilinin. çok etkilenmiştir buk celine'den. hatta celine'i gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri olarak gördüğünü de sıkça ifade etmiştir.

son olarak; 2008 yılının şubat ayında fonda leonard cohen'ın essential albümünü dinleyerek bitirmiştim bu kitabı diyerek bağlayayım olayı.

erkeğin orospusu


"hayatta önemli olan, her şey hakkında önyargıya varabilmektir. çünkü görüldüğü gibi topluluklar haksız ve kişiler her zaman haklıdır. her hangi bir yaşama kuralı çıkarmamalı bundan: kurallar deyim şekline dönüşmeden bile bağlanılacak güçte olmalıdır. var olan iki şeydir aslında: biri her şekilde ve bütün kızlarla sevişmek, öteki de new orleans ya da duke ellington'un müziği. geri kalan her şey kaybolmalıdır."

***********

"... çünkü geri kalan her şey çirkindir ve şu bir kaç sayfa da bunu doğrulamak için yazılmıştır. güçlüdür, çünkü yaşanmış bir olayı anlatır. yaşanmış bir olaydır çünkü baştan sonuna kadar ben düşündüm bunu. gerçeğin ısıtılmış ve eğimli bir atmosfer içinde düzensiz kıvrımları ve büklümleri olan bir yüzey üzerine yansıtılması yoluyla elde edilmiştir. görüyorsunuz ya, hiç de açıklamakta sakınca görmediğim bir yol, eğer yol varsa."

*********

hedonist bir serseri, hep kazanan loser, özentilik eşiği bir erkeğin orospusudur boris vian.

25 Mart 2010 Perşembe

franz ferdinand


indie rock ile olan muhabbetimiz eskiye dayanır. eski dediysek 3-5 sene falan işte. bayadır tom waits, leoanard cohen ve morphine gibi ağır abilerle takıldığım için ve ağır kış koşulları da bir türlü bitmediğinden bu eğlenceli müzik türüne dönemedik.

neyse ki bahar geldi yaz geldi biz de bi sevindirik olduk. ritmler olsun dedik artık hayatımızda, hoplayalım, zıplayalım modlarına bürünelim istedik. derken franz ferdinand ile tanıştık. bi baktık ne görelim eleamanlar gayet iyi. hatta çok iyi. melodi olayında aşmış baya baya sarkastik takılan çocuklar. hemen radarımıza girdiler. take me out ile aslında 2004'te patlamışlardı -2007 rock'n coke tanıtım şarkısı- o vakitler üstüne gitmemiştik fazla ama ikinci albüm tesadüf olasılığını ortadan kaldırır cinstendi cidden. şöyle bir diskografileri var ve kalın çizgiler bizim beğendiğimiz şarkıları yansıtmakta.

2004 aynı adlı debut albümleri

1. jacqueline
2. tell her tonight
3. take me out
4. the dark of the matinee
5. auf achse
6. cheating on you
7. this fire
8. darts of pleasure
9. michael
10. come on home
11. 40 ft

2005 you could have it so much better

1. The Fallen - 3:42
2. Do You Want To - 3:38
3. This Boy - 2:21
4. Walk Away - 3:36
5. Evil and a Heathen - 2:05
6. You're the Reason I'm Leaving - 2:47
7. Eleanor Put Your Boots On - 2:49
8. Well That Was Easy - 3:02
9. What You Meant - 3:24
10. I'm Your Villain - 4:03
11. You Could Have It So Much Better - 2:41
12. Fade Together - 3:03
13. Outsiders - 4:02

2008 tonight

1. "Ulysses"
2. "Turn It On"
3. "No You Girls"
4. "Send Him Away"
5. "Twilight Omens"
6. "Bite Hard"
7. "What She Came For"
8. "Live Alone"
9. "Can't Stop Feeling"
10. "Lucid Dreams"
11. "Dream Again"
12. "Katherine Kiss Me"

the tudors


2010'a henüz girdiğimiz zamanlarda günde 5 bölüm izleyerek 3 sezonunu izlediğim bir tarih dizisi. yer: ingiltere. zaman: viii henry dönemi 14 yüzyıl ortaları.


tarih denen gereksizliği neden bu kadar çok sevdiğimi anlayabilmiş değilim. olan olmuş biten bitmiş. izliyorsun, okuyorsun. ne olmuş ne bitmiş diye merak ederekten.. ama her şey bitmiş esasında. üstelik o lanet tarhi sana o zamanları kafanda kurmanı da zorluyor. hayal falan ediyorsun, bazen kendini oralara götürüyorsun filan. tamamen bir beyhudelik. ama seviyoruz işte.

sayısal derslerden nefret etmemden ötürüdür zaten bu tarihti, coğrafyaydı, sosyal bilimlerdi gibi şeylere merak salmam. neyse çok uzattık..

dizi belirttiğimiz üzre ingiltere'nin en acayip dönemini ele alıyor. tudors hanedanlığını ve dolayısıyla sekizinci henry dönemini. bu henry denen amcamız, sekskolik, paranoyak ve git-gel'ler ile dolu bi insan özünde. kendisine erkek çocuk veremeyen kraliçeden ayrılmak ister, kilise izin vermez o da anglikan kilisesini kurarak anne boleyn ile evlenir ve olaylar gelişir.

sarıyor vallahi. erotik sahneler on numara. çekimler irlanda'da. jonathan rhys meyers harika bir orospu çocuğu ve 4.sezon başladı. şimdilik bu kadar abicim.