22 Nisan 2010 Perşembe

inanmak istenilen yalanlar

yorgun ve bitkin bir şekilde okuldan çıkmıştım. ağır ağır ilerleyen trafikte evime doğru yol alıyordum. hava bok gibiydi. tasviri mümkün olmayan bir bokluk içindeydi. yarım saatten fazla süren bir yolculuktan sonra tam durakta inmek üzereydim, telefonum çaldı. zaman zaman görüştüğüm bir arkadaşım arıyordu. bazen telefonlarına bakmazdım. boş şeylerden bahseder, boş hayallere kapılır ve buna karşısındakilerin de inanmasını beklerdi. bu sefer nedense hiç düşünmeden açtım. yanında kızlar olduğunu, tek kalmak istemediğini ve yakınsam benim gelmemi söylüyordu. içinde kız olan bir ortamı eğer türkseniz reddetmeniz bir zor olabiliyor, ama çok yorgundum. gidip kendimi orda pazarlayamayacak kadar yorgundum. beynim reddetmek istiyordu bu teklifi. önce hayır dedim ben eve gidiyorum. ısrar edeceğini biliyordum. dayanamayacağımı biliyordum. kabul ettim. bitkin bir şekilde baya bir yol yürüdüm. bi an ne kadar boş bir insan olduğumu, hemen taksiye binip uzaklaşırsam daha erdemli olacağımı ve kendimi daha iyi hissedeceğimi düşündüm. uzun sürmedi. çünkü iradesiz biriydim. yapamazdım.

bu duygularla daha fazla uğraşamayacağımı anlayıp, kızlara konsantre olmuştum. nasıllardı acaba? sarışın severdim ben, keşke sarışın olsalardı diye içimden geçirdim. nasıl göstermeliydim acaba kendimi. olduğum gibi mi? yoksa espriler yapan güleç yüzlü bir piç mi olmalıydım? yoksa ağır mı takılmalıydım, tom waits gibi mi bakmalıydım? saçmalama dedim. neden bu kadar kastın ki şimdi? hem belki çok çirkinler. belki iğrençler. ama ya güzellerse...

en son bi kadına karşı samimi olduğumda, kendim olduğumda çığrından çıkmıştım onu hatırladım. 1 sene süren bi ilişkiydi 3 seneme malolmuştu. bu yüzden bi kadınla ilk tanıştığımda kim olacağıma karar veremiyordum. yıllarca kişilik bölünmesi yaşamış, en sonunda da kendimi kaybetmiştim. bilemiyordum. yorgundum. zaten mütemadiyen karar veremezdim. kararsız, aceleci, ağzına geleni söyleyen bi tiptim.

oturdukları cafeye ulaşmıştım. onları gördüm. 2 kız bir erkek. arkadaşımın hangisini bana pasladı düşüncesiyle yanlarına doğru yaklaşıyordum. biri esmer biri sarışındı. merhabalaştık ve tanıştık. bir tane kahve istedim. ve on arkadaşımın esmere elini atmasıyla onla oynaşmasıyla sarışının bana kaldığını öğrenmiş oldum.

tam bir afetti. gözleri mavi teni beyazdı. saçları dalgalıydı. ve tahrik edici bakışlara sahipti. kim olma gel-gitleri yaşarken kontrolü tamamen yitirmiştim. yorgundum.

sudan bir sürü muhabbetten sonra - okul nasıl, dersler şöyle, ortam böyle, şuralıyım 3 kardeşim var vs- sinemadan söz açılmıştı. tam benim ilgi alanımdı. şimdi en iyi atışımı yapacağım ve halil pazarlamaya taş çıkartacağım diye düşünmüştüm. yıllarca günde 3- 4 film izleyerek asosyal bir hayat sürmüştüm münzevi evimde. bu mevzu benlikti ve bu kızı istiyorum demiştim. ona 2 hafta sonra sırılsıklam aşık olacağımı biliyordum. genellikle seviştikten sonra aşık olan biriydim. bilemiyorum öyleydim işte.

derken; konu closer'a gelmişti. hani şu kahrolası jude law'ın filmi olan closer.

kız sarkastik biriydi ve bu hoşuma gitmişti. bi an telefonu çaldı. uzaklaştı konuştu geldi. bir şey düşünmemiştim. sonra mesajlaşmaya başlamıştı. o bittikten sonra closer ile ilgili konuşmaya devam etmişti.

bi an nedense; onu birine benzettiğimi ama kime benzettiğimi bulamadığımı söylemiştim. - dünyanın en klişe tanışma süreci cümlelerinden biridir denemeyin-

o da bana gülerek;

benim seni jude law'a benzettiğim gibi mi demişti. o, arkadaşı ve arkadaşım kahkalar eşiğinde gülmüşlerdi.

bende bi an öyle olduğumu sanmıştım. ama dalga geçmişti benle eve gidince kapıyı açtığım ilk anda karşıma çıkan aynada durumun farkına varmıştım.

yaralamıştı beni.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder