9 Haziran 2010 Çarşamba

kulağımda morrissey dışarda londra

gece karanlığında kapıdan içeri girdim. tek başına bırakılmıştım. öyle olması gerekiyordu. kimsenin beni tanımadığı bir yerden kimsenin beni tanımadığı başka bir yere gelmiştim ve şimdi geri dönmek üzere otomatik kapıdan içeri adımımı atmıştım. havaalanlarından her zaman ürkmüştüm. yine ürküyordum. uçakların iniş ve kalkış sesi kulağımda patlıyordu sanki. check in yaptırdım. sonra tuvalete gidip sakinleşmeye çalıştım. ordan markete gittim. kulağımda morrissey. dışarda londra vardı. hemen bir viski aldım. dışarı çıktım. ayaza kesmişti dışarısı. viskiyi hızlı hızlı içtim. sigara yaktım. yanıma bir iskoç yanaştı. ateş istedi. muhabbet ettik. biraz olsun rahatlamıştım. viski ikram ettim ona. o da bana bira verdi. suratım bir anda içtiğim viskinin etkisiyle kıpkırmızı olmuştu. yanıyordum. kafam iyiydi. kulağımda morrissey . dışarda londra vardı. morrissey hep vardı. derken bukowski geldi aklıma. bukowski hep gelirdi aklıma. 10 yıldan beri vazgeçemediğim tek şeyimdi. yıkılmaz kalemdi. ondan baya bir satırı içimden okudum. kendimi teskin etmeye çalıştım. -pilota korkuyorum dedim- bende dedi. bukowski her şeyi daha kötü yapıyordu ve yapmıştı.

howard roark oldum. güçlü, yalnz ama güçlü. bencil ama mazereti sağlam. ölüm hiçbir şeydi, keskinliği acı veriyordu. roark olmak da bir rüyaydı benim için. bardamu olabilirdim belki dedim. celine'in bardamu'su. savaşmaktan nefret eden çaresiz nihilist bardamu. hayır o da feci korkardı. anlamsız bulurdu. o da kısa sürdü.

ben bendim. neysem oydum. düşündüklerim, okuduklarım, viskimin acı bitteri gibiydiler. gerekliydiler. ama ben bendim. ben burdaydım. onlar ise orda. hiç tanışmamıştık bile. tanışmamıza imkan da yoktu. aslına bakarsanız gerek yoktu. yeni birileriyle tanışmamak için epeyce sebebim vardı. yeterince insanla tanışmıştım zaten. yüzlerce insan. yüzlerce kalp yüzlerce ayak yüzlerce meme yüzlerce saç kılı... kendimle bile anlaşamıyordum. tuvalete gitme kararı vermek için bile 5 dakika münazara yapmam gerekiyordu kendimle. kararsızdım. hep yorgundum. tembelliğim bütün vücudumu sarmıştı. ellerim ayaklarım bana karşı isyan bile etmiyorlardı artık. bana küsmüşlerdi. gidip bir köşede hepsi kafaları çekiyordu sanki. kulağımda morrissey. dışarda londra.

korkuyordum. yemek artığı bekleyen köpekler gibi çaresizdim. ihtiyacım olan tek şey gözümü açtığımda her şeyin daha beter olacağı ülkeye varmamdı. bunu biliyor olmak daha da tahrip ediyordu üstelik beni.

kulağımda morrissey. dışarda londra. havaalanında bir araf.

kaçırdım 22:45 uçağını. dışarı çıkıp bir sigara yaktım. sonra sarışın bir hatun bana merhaba dedi. merhaba dedim. türktü. kız mükemmel görünüyordu. olağanüstü görünüyordu. sabahladık onla. o da uçağı kaçırmıştı. sabah uçağını beraber bekledik.

sanki yıllardan beri tanıyorduk birbirimizi. güldük. salaklığımıza saatlerce güldük. beraber bindik uçağa. hemen viski istedim zaten bitik olan bedenimi daha bitirmek için. hayır sarhoş olup korktuğumu kıza belli etmemek için. sızmışım. gözümü açtığımda marmara'nın üzerindeyiz dedi bana.

valizini gittim aldım hükümete para öderken. onu bekledim. sonra kahve içtik beraber. ve uzaklaştık birbirimizden.

tesadüf eseri tanışmış, kaynaşmış belki de birbirimizin yalnızlıklarına ilaç olmak için kaynaymış ve günü sonunda birimiz x yönüne birimiz ise y yönüne doğru gitmişti. onu bulduğum için mi şanslıydım yoksa kaybettiğim için mi şanssızdım bilemiyordum.

kendime hep böyle oluyor dedim. iki yabancı eninde sonunda yine iki yabancı oluyor. ziyan edilmiş ilişkilerimi düşününce. hatanın pek de bende olmadığını düşündüm. bu biraz hızlı gibiydi ama ne farkederdi, sonuç hep aynıydı. bu denklem hiç insandan yana değildi.

2 hafta onu düşündüm. sonra unuttum. zaman her şeyin ağzına süratla sıçıyordu. hiçbirimizin şansı yoktu. bukowski vazgeç diyordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder