25 Ekim 2011 Salı

formspring.me

soru işaretleri cesaret kırıcıdır bazen http://www.formspring.me/onurumut

27 Ağustos 2011 Cumartesi

formspring.me

soru işaretleri cesaret kırıcıdır bazen http://formspring.me/onurumut

27 Haziran 2010 Pazar

Bir Teksas Genelevinde Yaşam

"Hiçbir şey yapmam" dedim ve "California'lıyım"
"Yapmak istediğin bir şey var mı?"
"Hayır. Sürükleniyorum."

9 Haziran 2010 Çarşamba

kulağımda morrissey dışarda londra

gece karanlığında kapıdan içeri girdim. tek başına bırakılmıştım. öyle olması gerekiyordu. kimsenin beni tanımadığı bir yerden kimsenin beni tanımadığı başka bir yere gelmiştim ve şimdi geri dönmek üzere otomatik kapıdan içeri adımımı atmıştım. havaalanlarından her zaman ürkmüştüm. yine ürküyordum. uçakların iniş ve kalkış sesi kulağımda patlıyordu sanki. check in yaptırdım. sonra tuvalete gidip sakinleşmeye çalıştım. ordan markete gittim. kulağımda morrissey. dışarda londra vardı. hemen bir viski aldım. dışarı çıktım. ayaza kesmişti dışarısı. viskiyi hızlı hızlı içtim. sigara yaktım. yanıma bir iskoç yanaştı. ateş istedi. muhabbet ettik. biraz olsun rahatlamıştım. viski ikram ettim ona. o da bana bira verdi. suratım bir anda içtiğim viskinin etkisiyle kıpkırmızı olmuştu. yanıyordum. kafam iyiydi. kulağımda morrissey . dışarda londra vardı. morrissey hep vardı. derken bukowski geldi aklıma. bukowski hep gelirdi aklıma. 10 yıldan beri vazgeçemediğim tek şeyimdi. yıkılmaz kalemdi. ondan baya bir satırı içimden okudum. kendimi teskin etmeye çalıştım. -pilota korkuyorum dedim- bende dedi. bukowski her şeyi daha kötü yapıyordu ve yapmıştı.

howard roark oldum. güçlü, yalnz ama güçlü. bencil ama mazereti sağlam. ölüm hiçbir şeydi, keskinliği acı veriyordu. roark olmak da bir rüyaydı benim için. bardamu olabilirdim belki dedim. celine'in bardamu'su. savaşmaktan nefret eden çaresiz nihilist bardamu. hayır o da feci korkardı. anlamsız bulurdu. o da kısa sürdü.

ben bendim. neysem oydum. düşündüklerim, okuduklarım, viskimin acı bitteri gibiydiler. gerekliydiler. ama ben bendim. ben burdaydım. onlar ise orda. hiç tanışmamıştık bile. tanışmamıza imkan da yoktu. aslına bakarsanız gerek yoktu. yeni birileriyle tanışmamak için epeyce sebebim vardı. yeterince insanla tanışmıştım zaten. yüzlerce insan. yüzlerce kalp yüzlerce ayak yüzlerce meme yüzlerce saç kılı... kendimle bile anlaşamıyordum. tuvalete gitme kararı vermek için bile 5 dakika münazara yapmam gerekiyordu kendimle. kararsızdım. hep yorgundum. tembelliğim bütün vücudumu sarmıştı. ellerim ayaklarım bana karşı isyan bile etmiyorlardı artık. bana küsmüşlerdi. gidip bir köşede hepsi kafaları çekiyordu sanki. kulağımda morrissey. dışarda londra.

korkuyordum. yemek artığı bekleyen köpekler gibi çaresizdim. ihtiyacım olan tek şey gözümü açtığımda her şeyin daha beter olacağı ülkeye varmamdı. bunu biliyor olmak daha da tahrip ediyordu üstelik beni.

kulağımda morrissey. dışarda londra. havaalanında bir araf.

kaçırdım 22:45 uçağını. dışarı çıkıp bir sigara yaktım. sonra sarışın bir hatun bana merhaba dedi. merhaba dedim. türktü. kız mükemmel görünüyordu. olağanüstü görünüyordu. sabahladık onla. o da uçağı kaçırmıştı. sabah uçağını beraber bekledik.

sanki yıllardan beri tanıyorduk birbirimizi. güldük. salaklığımıza saatlerce güldük. beraber bindik uçağa. hemen viski istedim zaten bitik olan bedenimi daha bitirmek için. hayır sarhoş olup korktuğumu kıza belli etmemek için. sızmışım. gözümü açtığımda marmara'nın üzerindeyiz dedi bana.

valizini gittim aldım hükümete para öderken. onu bekledim. sonra kahve içtik beraber. ve uzaklaştık birbirimizden.

tesadüf eseri tanışmış, kaynaşmış belki de birbirimizin yalnızlıklarına ilaç olmak için kaynaymış ve günü sonunda birimiz x yönüne birimiz ise y yönüne doğru gitmişti. onu bulduğum için mi şanslıydım yoksa kaybettiğim için mi şanssızdım bilemiyordum.

kendime hep böyle oluyor dedim. iki yabancı eninde sonunda yine iki yabancı oluyor. ziyan edilmiş ilişkilerimi düşününce. hatanın pek de bende olmadığını düşündüm. bu biraz hızlı gibiydi ama ne farkederdi, sonuç hep aynıydı. bu denklem hiç insandan yana değildi.

2 hafta onu düşündüm. sonra unuttum. zaman her şeyin ağzına süratla sıçıyordu. hiçbirimizin şansı yoktu. bukowski vazgeç diyordu...

bryan cranston


breaking bad'in walter white'ı ya da heisenberg'i. breaking bad ile birlikte nasıl kocaman bir oyuncu olduğuna şahitlik ettiğimiz çok büyük oyuncu. diziyi neredeyse tek başına aldı götürdü 3 sezondan beri. tabii ki diğer oyunculara haksızlık etmek istemem örneğin bir dean norris'e ama bryan cranston çok acayip şeyler yapıyor genel toplamda.

aslında bir komedi oyuncusu. malcolm in the middle'daki saf ve temiz baba rolü ile hatırlayacaktır herkes onu. diğer amerikan yapımı komedilere de bir iki bölüm misafirlik etmişliği vardır ama kalesi yıkılmaz kalesi breaking bad oldu bu adamın.

bir kimya öğretmeni olarak karşımıza çıktı. bir tane engelli ama zeki çocuğa ve bir tane kadına sahip, ailesini daha iyi geçindirmek için fazla mesai yaparak araba yıkayan bir lise öğretmeni olarak karşımıza çıktı. dünyayla gayet uyumlu, kural ve nizam bilen dürüst bir beyaz amerikandı o ilk başlarda.

ama bu orospu dünyada o da bakire kalamadı ve crystal meth işine girdi kanser olduğunu öğrendikten sonra. sırf ailesine daha iyi bir yaşam verebilmek için. ve bir dönüşüm izledik ondan sonra. heisenberg adını alan ve bir bad ass'e dönüşen adamı izliyoruz 3 sezondur.

akıcı ingilizcesiyle, sakar, telaşlı halleriyle, jest ve mimikleriyle on numara bir portre çizdi dizide. iki seneden beri de emmy ödüllerinde en iyi aktör ödülünü kimseye kaptırmadı. alnının akıyla aldı.

öyle bölümlerde öyle oyunculuk dersleri verdi ki bu adam şapka etkilenmemek imkansız. 1. sezonda kendi hakkına tecavüz eden adamın arabasını yaktığı sahne örneğin, yılların sünepeliğini üstünden atttığına dair bir yürüyüşü ve bakışı vardı ki ...

tuco denen uyuşturucu baronunun mekanına gidip orayı patlattığı ve racon kestiği sahneden unutulmazdı. elinden o kimyasalı atışı, parasını ve hakkını istediği o an...

yine 1.sezonda yeni yeni meth yapmaya başladığı anda jesse ile birlikte karavanı kontrol edemeyip çuvalladıkları an, başlı başına bir trajediydi suratındaki cranston'ın...

iki tane meth üreticisine mall çıkışı verdiği '' my authority'' ayarı da feciydi...

doktorun ona kansersin dediği anda; '' kanserim, tedavi edilemez '' repliğinde suratında oluşan çaresizlik ve ölüm çağrısı

araba yıkarken gelip patrounun onu azarlamasından sonra, ellerini taşşaklarına götürerek bağırdığı sahne...

ya da 3. sezonda kahpe karısı skyler'a dediği ''i'm manufacturer ,not a dealer''' nasıl unutulur.

ani patlamalarla dolu bir karakteri mükemmel yaratmıştır kendisi. en son izlediğim 3 sezon 12 bölümde ise , adamları arabayla ezdikten sonra, jesse için yerde yatan dealer'ın kafasına sıkıp jesse'ye '' ruunn'' dediği an olayı bitirmiştir.

kısacası bir fenomen yaratmıştır bryan cranston breaking bad ile birlikte. büyümüş büyümüş kocaman olmuştur. takdir edilesi.

8 Haziran 2010 Salı

yaprakların trajedisi

kuraklığa uyandım ve eğreltiotları ölüydü,
saksı çiçekleri mısır gibi sararmış;
kadınım gitmişti
ve boş şişeler kanı çekilmiş cesetler gibi
sardı beni işe yaramazlıklarıyla;
güneş hala iyiydi ama,
ve ev sahibemin notu bükülmüş
hoş ve talepsiz saramışlığında; şimdi gereken
iyi bir komedyendi, eski tarz bir şakacı
absürd acı üzerine şaka yapacak; acı absürddür
çünkü vardır, hepsi bu;
dikkatle traş ettim eski bir jiletle
bir zamanlar genç olan ve
dehası olduğu söylenen adamı; ancak
yaprakların trajedisi bu işte,
ölü otlar, ölü bitkiler;
ve karanlıklar bir hole yürüdüm
ev sahibemin dikildiği
tüm nefretiyle dediğim dedik,
sallayıp şişman, terli kollarını
canın cehenneme diye yırtınıp
yırtınıp kira kira diye
çünkü yamuk yapmıştı dünya
ikimize de.

1 Haziran 2010 Salı

yenileme

zor değildir
kötü bir şiiri yırtıp atmak...
bir zamanlar
iyi olan
ama artık
uyuşturucunun pençesinde
mahvolmuş
katı ve bölük pörçük
bir şeye dönüşmüş kadından
kurtulmak
çok daha zordur...
nereye gitti
ve neden?
zor değildir
kötü bir şiiri yırtıp atmak
daha iyisini yazabilirsin
muhtemelen...
ama bir insan mahvolduğunda
her zaman bir nedeni var mıdır?
elbette elbette
elbette...
ama acısı
hep aynıdır
ve şaka
ölülerin ölmekte olanlara
ölüm dağıttığı
bu kentin
ya da herhangi
bir kentin
en iğrenç şakalarından
biridir...

29 Mayıs 2010 Cumartesi

her şeyimiz var ama hiçbir şeyimiz yok

"çığırtkanlar, rahibeler,
bakkal çırakları
ve senin için bir şey...

bizim her şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok
bazı erkekler bunu kilisede yaparlar,
bazı erkekler kelebekleri ikiye bölerek
bazı erkekler de palm springs’de
cadillac ruhlu kaymaksarışınlara
kayarak
cadillac'lar ve kelebekler
her şey ve hiçbir şey,
katolik yortusu'ndakilerin birinde
son nefese eriyen yüz.
çığırtkanlar, rahibeler,
bakkal çırakları ve senin için bir şey var...
sabahın sekizinde bir şey, kütüphanede bir şey
nehirde bir şey,
her şey ve hiçbir şey.
mezbahada tavan boyunca
bir kancaya asılı gelir, ve sallarsın onu bir
iki
üç
sonra yakalarsın, 200 dolar değerinde
et, kemikleri senin kemiklerine yaslanmış
bir şey ve hiçbir şey.
ölmek için hep yeterince erkendir ve
daima fazla geç,
ve beyaz lavaboda kan denemesi
sana hiçbir şey anlatmaz
ve mezarkazıcıları sabah 5 kahvesiyle
poker oynarlar, otların donu kırmasını
beklerken...
sana hiçbir şey söylemezler.

her şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok
cam kenarlı günler ve nehir yosunlarının
akıl almaz leş kokusu ;boktan daha berbat;
damalı hamle ve karşı-hamle günleri,
tükenmiş merak, yenilgi de anlamlı
zafer kadar; katır misali ağır günler
gevrek bir griye bulanmış
ve kafese kapatılmış
alakarga ve çit kuşlarının arasında oturan bir kaçığın
sokağında
somurtkan, güneş-çarpmış ve posası çıkmış,
yük taşıyan katır misali.
iyi günler de var şaraplı ve bağırtılı, ara sokaklarda
kavgalı, kasıklarında inleyerek dolanan kadınların
şişman bacakları,
boğa döğüşü arenalarında,
capri ana diye yırtınan elmaslar misali tabelalar,
yerde biten ve sana
ölü orduları seni soyup soğana çeviren aşkları unutmanı
söyleyen menekşeler.
çocukların;
vücutları hala mesaj iletip hissedebilecek,
kilitler maaşlar idealler mallar ve böcek gibi fikirler
olmaksızın bir aşağı bir yukarı koşturabilecek kadar
canlıyken sana vücutlarından mesaj yollamaya çalışan
vahşiler misali
komik ve zekice şeyler söylediği günler.
kapısı kilitli yeşil ir odada
bütün gün ağlayabileceğin günler,
bacakları uzun olduğu için ekmekçiye
gülebildiğin günler, çitlere
baktığın günler...

ve hiçbir şey, hiçbir şey, patronların
günleri, nefesi kokan büyük ayaklı
sarı adamlar, kurbağalara
benzeyen adamlar, sırtlanlara benzeyen, melodi hiç
icadedilmemiş
gibi yürüyen adamlar, iş verip işten atıp
kar etmenin zekice olduğunu düşünen adamlar,
masraflı karılarını, oyulacak ya da fiyaka satılacak
yada beceriksizliklerinden duvarla ayırılacak
60 dönümlük bir arazi gibi sahiplenen
adamlar, manyak oldukları için
seni öldürebilecek ve yasaya uyduğu için
haklı çıkabilecek adamlar, 10 metre genişliğinde
pencerelerin önünde durup da bir bok göremeyen adamlar,
lüks yatlarıyla dünyayı gezebilen
ama yine de yelek ceplerinden çıkamayan
adamlar, salyangoz gibi adamlar, yılanbalığı gibi, sümüklü
böcek gibi, ve sümük gibi...

ve hiçbir şey, bir limanda, bir fabrikada,
hastanede, bir uçak fabrikasında, atari salonunda,
berber dükkanında, zaten istemediğin
bir işte son maaşını alman.
gelir vergisi, hastalık, köleleşme, kırılmış
kollar, kırılmış kafalar bütün içine doldurulanlar
eski bir yastık misali dökülür.
bir şeyimiz var ve hiçbir şeyimiz yok.
kimisi bir süre idare edecek kadar takılır
ve sonra bırakır. şöhrete kapılırlar, iğrenirler
yaşlanırlar yada kötü beslenirler yada
gözleri bozulur veya çocukları vardır kolejde
belki yeni arabadır sebep yada isviçre'de kayak yaparken
belleri kırılmıştır veya yani politikalardır yada yeni eşler
yada sadece doğal değişim ve çürümedir
dün on raund boyunca yumruk salladığını
yada üç gün üç gece sawtooth dağlarının eteklerinde içki içtiğini
bildiğin adam
şimdi bir yorganın veya bir haçın
yada bir mezartaşının altında
veya kolay bir hayalin etkisine kapılmış,
yada bir incil taşır yanında veya bir golf çantası yada
evrak çantası: nasıl da değişirler, nasıl da! hiç
değişmez sandığın herkes.

böyle günler. senin bugünün gibi.
belki de pencerendeki yağmur
sana ulaşmaya çalışıyor. ne görüyorsun bugün?
ne var? neredesin? en iyi
günler bazen ilk günlerdir, bazen
ortadakiler ve hatta bazen de sonuncular.
boş arsalar fena değildir, kartpostallardeki
avrupa kiliseleri idare eder. balmumu müzelerinde
en üstün kısırlıklarında dondurulmuş insanlar
idare eder, korkunçturlar ama idare ederler. bilardoda sayıyı
düşün, bilardo sayısını, ve kahvaltıda yediğin
tostu, yeterince sıcak kahveyi, dilin
hala yerindedir, bilirsin. pencerenin dışında
üç tane sardunya, kırmızı olmaya çalışırlar
ve pembe olmaya ve sardunya olmaya. elbette kadınlar bazan
ağlar, elbette yokuşu çıkmak istemez
katırlar. detroit'ta bir otel odasında
sigara mı aranıyorsun? güzel bir
gün daha. birazcığı. ve vardiyaları biten
canlarına yetmiş hemşireler binadan çıkarken, sekiz hemşire
hepsinin adı ve gideceği yer
farklı avluda yürürler, kimi kakaosunu ve gazetesini,
kimi sıcak bir banyo ister, kimi de bir erkek, kimi
hiçbir şeyi düşünmüyordur. yeterli
ve yetersiz. arklar ve hacılar, portakallar
su olukları, eğreltiotları, antikorlar, kağıt mendil
kutuları.

en harbisinden bazen güneşte
amforaların hafif tütsü hissi
ve eski savaş uçaklarının konservelenmiş sesleri vardır
ve içeri girip parmağını
pencerenin kenarına sürsen toza
bulanır, belki de toprağa.
ve dışarı bakarsan pencereden
gün orada olacaktır, ve
yaşlandıkça bakmaya devam edersin
devam edersin
dilin biraz içeri çekilir
ah ah hayır hayır belki
bazıları doğal yapar bunu
bazıları müstehcen bir tarzda
her yerde."

hem bir sürü şey ekleyebileceğiniz
hem de hiçbir şey ekleyemeyeceğiniz bir şiir.
hem şiir bu' dur diyip
başka da bir şey diyemeyeceksiniz zaten...

25 Mayıs 2010 Salı

herhangi bir adam

insanlar fazla düşünmüyorlar artık

eve ölmeden gelebildiğin için şanlı sayıldığın bir devirdeyiz

çelik yeleklerimiz evlerimiz

elinde bond çantan kulağında bluetooth ile yürüyen adam; evet

o olabilirdin sen

filistin'de bir çocuk da olabilirdin sen

bir şahinin gözü bir aslanın pençesi olabilirdin sen

ailenin hayırlı en evladı da olabilirdin

komşu bakkalla tavla oynayan herhangi bir esnaf da olabilirdin sen

kadınların vazgeçemediği adam olabilirdin sen

ukala olman gerektiği için ukala olabilirdin

korkularının ta kendisi olabilirdin sen

daha iyimser olabilirdin mesela gece 11'de yatıp sabah kuş sesleriyle uyanabilirdin

her şeye yeniden başlayabilirdin

entelektüel biri de olabilirdin, tek derdin yönetmen filmin ağzına sıçmış olurdu

cesaretini toplayıp evinden dışarıya adım da atabilirdin

ve telefonları susmayan o ilgi orospularından biri de olabilirdin sen

bir çocuğun babası da olabilirdin

bir kadına koca olabilirdin

ama olamadın, olmadın

herhangi bir yerde herhangi biri olamadın

evine girip kapının arkasını vurup

sertçe bir bakış atmayı yeğledin pencereden

sertçe ve nefret dolu.

onu bile beceremedin aslında.

çünkü sen yapmaktan çok yapma fikrine aşıktın.

böyleydin.

ve böyle olduğunu yıllar önce farketmiş,

ama normal görüneyim diye anormalleşmiştin.

ve bu yüzden herhangi bir yerde herhangi biri hiçbir zaman olamamıştın...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

sevgiliye çiçek almak

ne zaman bir çiçekçinin önünden geçsek ya direkt ya da dolaylı bir şekilde söylüyordu çiçek almam gerektiğini. bende bunun spontane olması gerektiğine inanıyordum açıkcası. canım istemeli ve bunu onun aklında hiç yokken alıp onu şaşırtmalıyım diye düşünüyordum. her defasında o benden daha önce düşünüyordu. daha önce hiç kimse ona çiçek mi almamıştı, çiçek fetişisti miydi , yoksa beni mi tartıyordu bilemiyordum. insan kadınların zihnindekileri anlamaya çalıştıkça onlar gibi oluyor. çok tehlikeli yaratıklar.

daha önce kimseye çiçek almamıştım. özel bir şey olsun istedim ve özel bir günde ona sürpriz yapayım dedim. sabah kalktım. çiçekçiye gittim. ne alacağımı bile bilmiyordum. çiçekçi nasıl olsun işte dediğin de ''ya kokulu mokulu çiçek işte'' demiştim. adam neredeyse ''ilk kez' mi diyerek bakışı attı bana. utandım. biraz da gerginleştim.'' o zaman güllü müllü bir şeyler yapalım'' dedi kadınlar her daim sever gülü. tamam dedim. ''kaç tane koyim'' dedi, gülden bahsediyordu. kararsız biriydim. ve kararsızlığım anlaşılmasın diye de mütemadiyen saçmalardım. üstünkörü kararlara imza atardım. 15 tane koy dedim. adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. ''biraz fazla olur'' dedi sığmayabilir. 10 yap o zaman dedim. neyse bir demet yaptı. baya afili duruyordu. ''kaç para bu ''dedim. bir an önce ordan çıkmak istiyordum. 3 sene öncesinin fiyatıyla 100 tl dedi. ohalanmıştım. daha hediye de alacaktım. taksi parası vardı. hemen 5 olsun ya dedim. şimdi anlamıştım erkeklerin neden çiçek almak istemediklerini. çok pahalıydı çünkü siktiğmin bitkileri.

taksiye elimde gül ile bindim. utanıyordum amk. arkaya oturdum. armada adlı alışveriş merkezinde durdurdum taksiyi. bir tane ayakkabı almak idi niyetim. sabah daha 10.30 filandı. mağazalarda kimse yoktu. kafamda bir tane şapka elimde çiçekle. - gerginim ya çiçeği takside bırakmayı bile unutmuşum- mağazadan içeri girdim.

satış görevlisi çocuk benim içeriye gireceğimi görünce, arkasındaki çalışan kızlara dönüp '' hadi yine şanslısınız '' demesin mi.. beni çiçekçi sanmıştı güya mağazada çalışanlardan birine çiçek getiriyordum. hemen atladı ben içeriye girdiğimde '' kimin adına geldi '' diye sordu... hayır dedim ayakkabı alacağım ben. pardon dedi gülmemek için kendini zor tuttu. '' nasıl yardımcı olabiilim''?

iyice gerginleşmiştim. okula gittim. arkadaşını aradım. bir kıza çiçek nasıl verilir en ufak bir fikrim yoktu. kız arkadaşı ben şuraya getireyim sende karşısına çık ver dedi. sürpriz olsun. tamam dedik. kampüste elimde bir çiçek kendimi üstüme işenmiş gibi hissediyordum. kendimi çok kötü hissediyordum. çiçeği bir sağ elime alıyor bir sol elimi alıyordum. neremle tutacağımı bilmiyordum. salaklaşmıştım. en son 14 yaşında ilk kez milli olurken bir orospıyla, ereksiyon olamadığımda böyle olmuştum.

neyse hatun gözüktü, ben geri çıktım. yaklaştı. köşede duruyordum. geldi. ta ta ta taaam diye çıktım köşeden. haaaa dedi bayıldı.

kızı korkutmuştum. hayvan gibi bir bağırtıyla çıkarsan tabii karşısına... kolonya falan derken revirde zor ayılabildi.

al çiçek dedim.

öküzsün sen dedi.

haklısın dedim.

bir daha çiçekçi dükanının önünden bile geçmedim.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

sinek ve sevgili vızıltısı

beynimin içinde yıllardan beri bir ses

'' dur yapma , sen bu değilsin''

kes sesini!

yan odada bir misafirim uykusunun derinliğinde

yazarak hayatta kalmaya çalışılan siyah bir salonda tembellikten notasyonlar

gözyaşlarının artık akmadığı gözler

beynimin içinde yıllardan beri bir ses

'' işte bu tam sana göre bitir şu işi''

hayır biliyorum sen sadece bir sessin. sen sadece filmlerde olabilirsin


'' asla istediğin biri gibi olamayacaksın, sen busun''

başarızlık kahverengi bir bok gibi mütemadiyen kurtulamadığım

başarısızlık beynimin içinde bir vücut

başarısızlık beynimin içindeki ses

başarısızlık sıçarak unutmaya çalıştığım

lambasever bir sinek ve sevgili vızıltısı gibi kafamın içinde dönüp duran...

katil gülümser

eski sevgililerim hala ariyorlar
kimi geçen yildan
kimi önceki
kimi de daha önceki yillardan.
iyi bir şeydir yürümeyen
ilişkileri bitirmek
başarisiz olduğun insandan
nefret etmemek
hatta unutmamak da
iyidir.

ve bana başka biriyle şanslarinin yaver gittiğini
ve mutlu olduklarini söylediklerinde
hoşuma gidiyor.

beni aldattiktan sonra
bütün mutluluklari hak ediyorlar.
hayat çok daha güzel görünüyor onlara
benden sonra.

onlara
kıyaslama imkanı
yeni ufuklar
yeni kamışlar
huzur
ve bensiz bir
gelecek verdim.

telefonu her kapatışımda
adalet yerini buldu, diye hissederim.